Yeni nesil sanayinin en belirgin unsurlarından biri, baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojiler. Nesnelerin interneti (IoT), yapay zekâ, büyük veri analitiği, robotik ve otomasyon gibi alanlarda atılan adımlar, üretimi daha esnek, hızlı ve verimli hâle getiriyor. Üretim bantlarında kullanılan robotlar, hataları minimize ederek maliyet avantajı sağlarken; yapay zekâ tabanlı yazılımlar, gerçek zamanlı veri analizi yaparak tedarik zincirinden pazarlama stratejilerine kadar pek çok süreci optimize ediyor. Bu dijital dönüşüm, işletmelerin rekabet gücünü artırırken aynı zamanda iş yapış biçimlerinde köklü değişiklikleri de beraberinde getiriyor.
Öte yandan, dijitalleşme sadece üretim süreçleriyle sınırlı kalmıyor. Siber-fiziksel sistemler, fabrikalardaki makinelerin ve sensörlerin birbirleriyle iletişim kurmasına olanak tanıyarak üretimin her aşamasında veri paylaşımını mümkün kılıyor. Böylece tedarik planlaması, ürün geliştirme, pazara çıkış süresi ve hatta satış sonrası hizmetler dahi yeniden tasarlanıyor. Veri odaklı karar verme anlayışı, iş süreçlerinde esnekliği ve hızla uyum kabiliyetini artırarak yeni nesil sanayinin kritik bir bileşeni olarak öne çıkıyor.

Küresel iklim krizi, 21. yüzyılın en büyük sınamalarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. İklim değişikliğinin etkileri artık sadece bilimsel projeksiyonlar olmaktan çıkmış, dünyadaki toplumlar ve ekonomiler için somut ve çok boyutlu tehditlere dönüşmüştür. Artan sera gazı emisyonlarına bağlı küresel ısınma, yalnızca çevresel dengeleri değil, insan refahını, ekonomik istikrarı ve toplumsal yapıları da sarsmaktadır. Bu bağlamda yeşil dönüşüm sürecinin aciliyeti, gezegenimizin geleceği ve sürdürülebilir kalkınma hedefleri açısından tartışılmaz bir gerçeklik haline gelmiştir. Hem dünya genelindeki gelişmeler hem de Türkiye’nin özgün koşulları, iklim değişikliğiyle mücadelenin ertelenemez bir gündem olduğunu net biçimde ortaya koymaktadır.
Küresel düzeyde iklim değişikliğinin aciliyeti, sayısız bilimsel rapor ve yaşanan ekstrem hava olaylarıyla açıkça ortaya konmuştur. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son değerlendirmeleri, insan faaliyetlerinin neden olduğu ısınmanın halihazırda dünyanın her bölgesinde geri döndürülemez zararlara yol açmaya başladığını vurgulamaktadır (IPCC, 2023). Artan sıcaklıklar ve değişen yağış rejimleri, daha sık ve şiddetli kuraklık, sel, hortum ve yangın gibi aşırı hava olaylarını tetiklemekte; bu olaylar can kayıplarına, tarımsal üretimde düşüşlere, su kıtlığına ve altyapı tahribatına neden olmaktadır. Nitekim iklim değişikliğinin etkileri gıda güvenliğini zayıflatmakta, su kaynaklarını tehdit etmekte ve ekonomik büyümeyi yavaşlatmaktadır (IPCC, 2023). Dünya Ekonomik Forumu’nun küresel risk değerlendirmeleri de çevresel risklerin önümüzdeki on yıllık dönemde en yüksek etki potansiyeline sahip tehditler arasında olduğunu göstermektedir (World Economic Forum, 2023). İklim krizinin ekosistemlerin çöküşü, biyolojik çeşitlilik kaybı ve iklim göçleri gibi ikincil etkileriyle birlikte geldiği düşünüldüğünde, insanlığın karşı karşıya olduğu risklerin çok boyutlu bir krize işaret ettiği söylenebilir.
Bilimsel senaryolar, mevcut emisyon trendleriyle küresel sıcaklık artışının yüzyılın sonuna kadar 2°C’nin üzerinde olacağını öngörmektedir; bu artış düzeyi, iklim sisteminde geri döndürülemez eşiklerin aşılması anlamına gelebilir (IPCC, 2023). Özellikle 1,5°C eşiğine ulaşılmasının dahi, birçok coğrafyada iklimle ilişkili felaketlerin şiddetini ciddi ölçüde artıracağı belirtilmektedir. Bu nedenle, iklim eylemi için kalan zaman penceresinin hızla daraldığı ve tüm dünya için yaşanabilir bir gelecek güvence altına alınmak isteniyorsa derhal ve kararlı adımlar atılması gerektiği konusunda geniş bir mutabakat vardır (IPCC, 2023). İklim değişikliğinin tetiklediği riskler sadece çevresel değildir; aynı zamanda ekonomik ve toplumsal riskleri de iç içe geçirmektedir. Örneğin, sıklaşan doğal afetler küresel tedarik zincirlerini aksatmakta, sigorta maliyetlerini yükseltmekte ve hassas toplum kesimlerini yoksulluğa sürüklemektedir. Bu koşullar altında, küresel ölçekte yeşil dönüşümün bir tercih değil bir zorunluluk olduğu açıktır. Sera gazı emisyonlarını acilen azaltmak, ekonomik faaliyetleri iklim dostu bir yapıya kavuşturmak ve dirençlilik kapasitesini artırmak, sadece çevrenin korunması için değil, aynı zamanda küresel ekonomik istikrar ve güvenlik için de elzemdir. Sonuç olarak, iklim risklerinin çok boyutlu yapısı ve bu risklerin gerçekleşme hızının artması, uluslararası toplum nezdinde ortak ve acil bir eylem gerektirmektedir.
İklim krizinin çözümünde politik kurumların rolü ve ortaya koydukları meşruiyet düzeyi, dönüşümün başarısını belirleyen kritik faktörlerdir. Paris Anlaşması gibi küresel anlaşmalarla çerçevesi çizilen iklim politikaları, ülkelerin uzun vadeli stratejiler geliştirmesini ve kurumsal yapılarını yeniden düzenlemesini gerektirmektedir. Bu kapsamda birçok ülkede ulusal iklim yasaları, yeşil mutabakat stratejileri ve sektörel eylem planları devreye alınmıştır. Örneğin Avrupa Birliği, Avrupa Yeşil Mutabakatı ile 2050’ye kadar iklim nötr olma hedefini hukuki bağlayıcılıkla pekiştirerek kapsamlı bir politika seti ortaya koymuş; bu girişim diğer ülkelere de iklim eylemini küreselleştirme yönünde ilham vermiştir (Özenç & Çopur, 2025). Ancak politika geliştirme ve uygulama süreçlerinde önemli zorluklar bulunmaktadır. İklim politikalarının ekonominin tüm sektörlerini ve toplumsal kesimlerini etkilemesi, karar alma sürecinde çok sayıda aktörün (kamu, özel sektör, STK’lar ve halk) dahil olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu da yönetişim anlamında yeni mekanizmaların oluşturulmasını ve kurumsal kapasitenin güçlendirilmesini gerektirir. Kurumlar arası eşgüdüm eksikliği, yetki ve sorumlulukların net tanımlanmaması gibi sorunlar, iklim hedeflerine ulaşılmasını yavaşlatabilir. Dolayısıyla, yeşil dönüşümün başarısı için devlet aygıtının kendi içinde tutarlı, şeffaf ve hesap verebilir bir yapıda olması şarttır.
Meşruiyet boyutu, özellikle politika yapım sürecine paydaş katılımı ve adalet ilkelerinin yansıtılması ile ilgilidir. Yeşil dönüşüm politikalarının toplumsal kabul görmesi ve kalıcı olması, bu politikaların adil, kapsayıcı ve bilimsel temelli olarak tasarlanmasına bağlıdır. Türkiye’de bu konuda son dönemde önemli kurumsal adımlar atılmaya başlanmıştır. Ekim 2021’de Paris Anlaşması’nın onaylanması ve 2053 net sıfır hedefinin ilanı sonrasında, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı bünyesinde iklim değişikliği odaklı yeni kurumsal düzenlemeler oluşturulmuştur (World Bank, 2022). Yakın zamanda hazırlanan İklim Kanunu Teklifi, Türkiye’nin ilk iklim yasası olma özelliğini taşıyarak bu alanda kurumsal çerçeveyi güçlendirmeyi hedeflemektedir (Ülgen & İltutmuş, 2025). Bu teklif sera gazı emisyonlarının azaltılmasından uyum planlamasına kadar pek çok unsuru yasal zemine oturtmayı amaçlamaktadır. Ne var ki, söz konusu yasal düzenlemenin hazırlık ve tartışma süreci, meşruiyet boyutunda bazı soru işaretlerini gündeme getirmiştir. İlgili Meclis komisyonunda muhalefet milletvekilleri, kanun teklifi hazırlanırken çevre örgütleri ve halk sağlığı uzmanları gibi paydaşlarla yeterince istişare yapılmadığını eleştirmiş; ayrıca taslak metindeki bazı kavramların (örneğin iklim adaleti) muğlak kaldığını ifade etmişlerdir (Ülgen & İltutmuş, 2025). Bu durum, iklim politikalarının başarılı olabilmesi için katılımcı ve şeffaf süreçlerin önemine işaret etmektedir. Karar alma aşamasında paydaşların görüşlerinin alınması ve toplumsal beklentilerin gözetilmesi, uygulanacak politikaların meşruiyetini ve etkinliğini artıracaktır.
Tüm bu zorluklara karşın, yeşil dönüşüm politikaları doğru tasarlandığında siyasi ve ekonomik açıdan önemli fırsatlar sunmaktadır. Öncelikle, uzun vadeli bir iklim vizyonuna sahip olmak ve bunu kurumsal yapıya yansıtmak, uluslararası alanda ülkeye güvenilirlik kazandırır. Öngörülebilir ve kararlı bir düşük karbon politikası, küresel finansman kaynaklarına erişimi kolaylaştırabilir, yabancı yatırımcı nezdinde ülkenin risk algısını düşürebilir. Örneğin, AB’nin Yeşil Mutabakat kapsamındaki düzenlemelerine uyum sağlama yönünde adımlar atan ülkeler, gelecekte oluşacak karbon vergilerinden muaf tutulma ya da finansal teşviklerden yararlanma şansını elde edebilecektir. Türkiye için de önerilen İklim Kanunu’nun içerdiği Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) gibi araçlar, hem yerli sanayiyi karbon maliyetlerine karşı koruma hem de ihracatçı firmaların AB pazarıyla entegrasyonunu sürdürme açısından kritik bir fırsattır (Ülgen & İltutmuş, 2025). İlaveten, yeşil dönüşüm hamlesi, geleneksel sektörlerin dönüşümü yanında yeni sektörlerin (örneğin yenilenebilir enerji teknolojileri, enerji verimliliği, elektrikli ulaştırma) gelişmesine önayak olarak uzun vadede ekonomik rekabet gücünü artırabilir. Bu bağlamda politika yapıcılar için temel mesele, dönüşümün kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle hareket ederek, karşılaşılan zorlukları iyi yönetmek ve toplumsal meşruiyeti yüksek, vizyoner politikalar geliştirmektir. Sonuç olarak, güçlü ve kapsayıcı politik kurumlar eliyle yürütülen yeşil dönüşüm, Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmasında hem araç hem de fırsat niteliği taşımaktadır.
Türkiye, ekonomisinin yapısı gereği iklim değişikliği ile mücadelede hem ciddi risklerle hem de önemli dönüşüm baskılarıyla karşı karşıya olan bir ülkedir. Sanayi sektörlerinin enerji yoğunluğu ve elektrik üretimindeki fosil yakıt ağırlığı, Türkiye’nin sera gazı emisyon profilini belirlemektedir. Resmi verilere göre Türkiye’nin toplam sera gazı emisyonlarının yaklaşık dörtte üçü enerji sektöründen (elektrik, ısınma, ulaşım ve sanayi faaliyetleri) kaynaklanmaktadır (World Bank, 2022). Özellikle kömür ve doğal gaz gibi karbon yoğun kaynaklar hem elektrik üretiminde hem de demir-çelik, çimento, kimya gibi ağır sanayide önemli paya sahiptir. Örneğin, elektrik üretiminin yaklaşık %35’i yerli ve ithal kömürden sağlanmaktadır ve mevcut politikalar değişmediği takdirde kömür talebinin artmaya devam edeceği öngörülmektedir (World Bank, 2022). İmalat sanayimizin karbon yoğunluğu da Avrupa ortalamasına kıyasla yüksektir; bu durum, ürünlerimizin karbon ayak izinin rakip ülkelere göre daha büyük olduğu anlamına gelmektedir (World Bank, 2022). Dolayısıyla, Türkiye sanayisi uluslararası karbon düzenlemeleri karşısında hassas bir konumdadır. Nitekim Avrupa Birliği’nin 2026 itibarıyla devreye alacağı Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (CBAM), başta demir-çelik, çimento, alüminyum ve gübre gibi sektörler olmak üzere, ihracatta dolaylı bir karbon maliyeti anlamına gelecektir. Türkiye’nin toplam ihracatının %40’tan fazlasının AB pazarına yöneldiği düşünüldüğünde, karbon yoğun üretim yapısının devamı ihracatçılar için ciddi bir rekabet dezavantajı riski barındırmaktadır (World Bank, 2022). Bu nedenle, enerji yoğun sektörlerde düşük karbonlu teknolojilere geçiş ve verimlilik artışları, sadece çevresel bir gereklilik değil, aynı zamanda ekonomimizin dış şoklara dirençliliği için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
İklim risk haritasının bir diğer boyutu, Türkiye’nin coğrafi ve iklimsel çeşitliliğinin getirdiği fiziksel risklerdir. Türkiye, Akdeniz havzasında yer alan bir ülke olarak iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı oldukça kırılgan bir konumdadır (World Bank, 2022). Son yıllarda yaşanan aşırı hava olayları bu kırılganlığın altını çizmektedir. Örneğin 2021 yazında, tarihimizin en yıkıcı orman yangınları ve selleri meydana gelmiş; yangınlar Akdeniz ve Ege bölgesinde geniş orman alanlarını yok ederken seller Karadeniz bölgesinde can kayıplarına ve ciddi hasarlara yol açmıştır. Aynı yıl ortaya çıkan ve Marmara Denizi’ni etkisi altına alan müsilaj (deniz salyası) felaketi ise iklim değişikliğiyle ilişkili deniz suyu ısınmasının ve kirlilik sorunlarının ekonomimize (balıkçılık, turizm) ve ekosistemlere verdiği zararın çarpıcı bir örneğidir. İklim modelleri, mevcut gidişatta Türkiye’nin 2030’lu yıllardan itibaren su fakiri bir ülke olabileceğini öngörmektedir (World Bank, 2022). Bu durum, özellikle tarım sektöründe ürün verimliliğinin düşmesi, kırsal geçim kaynaklarının zarar görmesi, gıda fiyatlarında artış ve kırılgan kesimlerin gıda güvenliğinin tehlikeye girmesi gibi sonuçlar doğurabilir. Coğrafi olarak bakıldığında, Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerinin artan sıcaklık ve kuraklıkla karşı karşıya kalacağı, Karadeniz bölgesinin ise şiddetli yağış ve heyelan riskinde artış yaşayacağı öngörülmektedir. İklim risk haritası, aynı zamanda büyük kentlerimizin de etkilere açık olduğunu göstermektedir: İstanbul ve İzmir gibi metropoller, deniz seviyesinin yükselmesi ve kent selleri açısından kırılganlık taşırken; su kaynaklarının kıtlaşması Ankara gibi iç kesim kentlerinde su temini sorunlarına yol açabilecektir.
Türkiye’nin enerji yoğun sanayi profili ve iklim kırılganlığı bir arada değerlendirildiğinde, ülkemizin yeşil dönüşümü geciktirmesinin hem ekonomik hem de toplumsal açıdan yüksek maliyetleri olacağı açıktır. Bir yandan karbon yoğun üretim yapısının sürdürülmesi, dış pazarlarda rekabet dezavantajı ve olası karbon vergileri şeklinde faturalar çıkaracak; diğer yandan iklim değişikliğine karşı önlem almamak, afetlerin ve kronik çevresel sorunların büyümesiyle kalkınma hedeflerimizi sekteye uğratacaktır. Bu nedenle Türkiye bağlamında yeşil dönüşümün aciliyeti, sadece küresel sorumluluklardan kaynaklanan bir gereklilik değil, aynı zamanda ulusal ekonomik sürdürülebilirliğimiz ve halkımızın refahı için acil bir ihtiyaçtır. İklim risklerinin dağılımını ve sektörlerimizin durumu gösteren bu “risk haritası”, bize uyaran bir yol haritası işlevi görmektedir: Enerji yoğun sektörlerimizi düşük karbon ekonomisine hazırlamak ve ülkemizin iklim dirençliliğini artırmak, geleceğe güvenle bakabilmemizin ön koşuludur.
Yeşil dönüşümün acil bir gündem olarak ele alınması, aynı zamanda bu dönüşümün toplumsal ve ekonomik sonuçlarının dikkatlice değerlendirilmesini gerektirir. İklim değişikliğiyle mücadelenin getireceği dönüşüm, kısa vadede bazı maliyetler ve yapısal uyum zorunlulukları doğursa da orta ve uzun vadede çok boyutlu faydalar vaat etmektedir. Esasen, kapsamlı analizler yeşil dönüşümün ekonomik, sosyal ve çevresel faydalarının, dönüşümün başlangıçtaki zorluklarına kıyasla çok daha ağır bastığını ortaya koymaktadır (World Bank, 2022). Bu bağlamda, politika yapıcılar için kritik mesele fayda-maliyet dengesinin doğru kurulması ve geçiş sürecinin adil yönetilmesidir. Geçişin toplumsal maliyetlerini en aza indirmek ve kazanımları adil biçimde paylaştırmak amacıyla, stratejik planlama aşamasında ekonomik faydalar ile olası zararların birlikte ele alınması büyük önem arz etmektedir (Özenç & Çopur, 2025). Nitekim Özenç ve Çopur’un (2025) enerji yoğun şirketlerde adil dönüşüm üzerine yaptığı çalışma, düşük karbonlu ekonomiye geçişin uygun politikalarla desteklenmesi halinde teknolojik ve sosyo-ekonomik eşitsizliklere yol açmaksızın yönetilebileceğini vurgulamaktadır. Bu da göstermektedir ki, yeşil dönüşüm sürecini toplumsal açıdan kapsayıcı kılmak hem meşruiyet hem de etkinlik açısından zaruridir.
Yeşil dönüşümün ekonomik faydaları, özellikle uzun vadede belirginleşmektedir. İlk olarak, düşük karbonlu üretim yöntemlerine geçiş yapmak, Türkiye’nin başta Avrupa olmak üzere ana ihracat pazarlarında rekabet gücünü koruması için bir zorunluluktur. AB Yeşil Mutabakatı kapsamındaki karbon düzenlemeleri karşısında emisyon yoğunluğunu azaltmayı başaran Türk sanayi firmaları, pazar paylarını ve ihracat gelirlerini koruyabilecektir. Dahası, karbon ayak izini azaltan ve temiz teknolojilere yatırım yapan şirketler, giderek büyüyen yeşil finansman havuzundan daha rahat yararlanabilir; uluslararası yatırımcıların artan şekilde önem verdiği çevresel kriterler sayesinde doğrudan yabancı yatırım çekme potansiyelini yükseltebilir. Dünya Bankası (2022) analizine göre, Türkiye’nin karbonsuzlaşma yolunda atacağı adımlar yalnızca riskleri bertaraf etmekle kalmayıp aynı zamanda ekonomik fırsatlar da yaratacaktır. Örneğin 2022 tarihli bir çalışmada, etkili iklim eyleminin 2040’a kadar Türkiye’ye net olarak 146 milyar ABD doları tutarında bir tasarruf ve ekonomik kazanç sağlayabileceği hesaplanmıştır (World Bank, 2022). Bu kazanç, düşük karbon teknolojilerine yapılacak yatırımların geri dönüşü ve iklim hasarlarının azalması sayesinde ortaya çıkacaktır. Yani yeşil dönüşüm, uzun solukta “kârlı” bir yatırım olarak değerlendirilebilir.
Sosyal faydalar açısından bakıldığında, yeşil dönüşüm süreci toplumdaki kırılgan kesimler için önemli iyileşmeler getirebilir. İklim kaynaklı felaketlerden ve çevre kirliliğinden en fazla zarar gören kesimler genellikle yoksul haneler olduğundan, iklim risklerinin azaltılması sosyal adalet hedefiyle de örtüşmektedir. İyi tasarlanmış yeşil politikalar, örneğin enerji verimliliği yatırımları yoluyla hanehalkı enerji faturalarını azaltarak düşük gelirli ailelerin bütçesine katkı sunabilir. Temiz hava ve su gibi çevresel malların korunması, halk sağlığını iyileştirerek sağlık harcamalarını düşürebilir ve iş gücü verimliliğini artırabilir. Öte yandan, yeşil dönüşüm beraberinde yeni istihdam olanakları da getirmektedir. Yenilenebilir enerji sektörü, enerji verimliliği iyileştirmeleri, döngüsel ekonomi ve sürdürülebilir ulaşım gibi alanlar, nitelikli iş gücüne talebi artırarak istihdam piyasasında olumlu etkiler yaratabilir. Burada önemli olan, fosil yakıtlara dayalı sektörlerde çalışmakta olan işçilerin ve yerel toplulukların dönüşüm sürecinde desteklenmesidir. Bu amaçla ortaya konan “adil dönüşüm” ilkesi, yeşil ekonomiye geçişten olumsuz etkilenebilecek kesimlerin korunmasını ve yeni ekonomiye entegre olabilmelerini öngörmektedir. Örneğin, kömür madenciliğinin yaygın olduğu bölgelerde alternatif istihdam yaratılması, mesleki eğitim programlarıyla iş gücünün yeni beceriler kazanmasının sağlanması, gerekirse geçici gelir destek mekanizmalarının kurulması adil dönüşüm politikalarının temel unsurlarıdır (Özenç & Çopur, 2025). Bu tür destekleyici sosyal politikalar, bir yandan dönüşümün toplumsal maliyetini azaltırken diğer yandan uzun vadede toplumsal refahı ve dayanışmayı güçlendirecektir.
Yeşil dönüşümün çevresel faydaları ise doğrudan insan yaşam kalitesini etkileyen kazanımlardır. Karbon emisyonlarını azaltmaya dönük her adım, aynı zamanda hava kalitesinin iyileşmesi anlamına gelir; fosil yakıt yakımının azalmasıyla özellikle şehirlerde solunum yolu hastalıkları ve diğer sağlık sorunlarında azalma görülecektir. İklim değişikliğiyle mücadele için uygulanacak politikalar (örneğin ormanlaştırma, doğal karbon yutaklarının korunması) ülkemizin zengin biyolojik çeşitliliğini muhafaza etme ve ekosistem hizmetlerini sürdürme açısından kritik önemdedir. Dolayısıyla, yeşil dönüşüm çevresel sürdürülebilirliği sağlamanın yanı sıra, insan sağlığını koruyan ve doğal yaşam alanlarını güvence altına alan bütüncül bir fayda seti sunmaktadır.
Sonuç itibariyle, yeşil dönüşümün sosyo-ekonomik fayda–maliyet dengesi, doğru politikalar ve iyi yönetişim ile toplumsal yarar lehine kurulabilir. Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşması ve aynı zamanda küresel iklim hedefleriyle uyum sağlaması için, ekonomik büyüme ile çevresel koruma arasındaki dengeyi gözeten stratejiler şarttır. Yapılan çalışmalar, kararlı bir yeşil dönüşümün hem refah artışı hem de risk azaltımı bakımından vazgeçilmez olduğunu ortaya koymaktadır (World Bank, 2022). Elbette dönüşüm sürecinin yönetimi titizlik gerektirir: Kısa vadede bazı sektörlerde uyum maliyetleri, yatırım ihtiyaçları ve yapısal değişimler gündeme gelecektir. Ancak ekonomik dönüşümün yol açacağı maliyetler, uzun vadede elde edilecek kazanımlar karşısında yönetilebilir düzeydedir ve uygun politikalarla minimize edilebilir. Önemli olan, geçiş sürecinin planlı, adil ve kapsayıcı bir şekilde yürütülmesidir. Bu sayede Türkiye, iklim krizinin oluşturduğu tehditleri fırsata çevirebilir; hem sanayisini ve şehirlerini düşük karbonlu ve dirençli bir yapıya kavuşturarak geleceğin ekonomisinde yerini alır, hem de vatandaşlarına daha sağlıklı, güvenli ve müreffeh bir yaşam ortamı sağlar.
Türkiye sanayisinin mevcut iş modelleri, küresel ölçekte ivmelenen yeşil dönüşüm süreciyle birlikte çok boyutlu bir sınavdan geçmektedir. Karbonsuzlaşma yönünde artan baskılar, şirketlerin faaliyet coğrafyasından tedarik zincirlerine, emisyon yönetiminden enerji maliyetlerine ve teknolojik tercihlerine kadar iş yapış biçimlerinde köklü değişimleri zorunlu kılmaktadır. Aşağıda, bu dönüşüm dinamiklerinin her biri ayrı alt başlıklarda ele alınmakta ve Türkiye’de özel sektörün ve politika yapıcıların dikkatine sunulmaktadır. Bu unsurlar bir arada düşünüldüğünde, mevcut iş modellerinin sürdürülebilirliği açısından bütüncül bir stratejik dönüşüm gereğine işaret etmektedir.
Küresel karbon kısıtlama politikaları ve yenilenebilir enerji kaynaklarındaki gelişmeler, sanayi kuruluşlarının coğrafi konum kararlarını yeniden değerlendirmelerine yol açmaktadır. “Gri’den yeşile” ifadesi, üretim merkezlerinin karbon yoğun (gri) bölgelerden temiz enerjiye erişimin yüksek olduğu (yeşil) bölgelere kaydırılmasını temsil etmektedir. Özellikle enerji yoğun sektörlerde, ucuz ve bol yenilenebilir enerji arzı, yeni dönemde rekabet gücünün belirleyici bir unsuru haline gelmektedir. Literatürde “yenilenebilir çekim etkisi” (renewables pull effect) olarak adlandırılan bu olgu, enerji maliyetlerindeki bölgesel farklılıkların sanayi yatırımlarının konumunu etkileyeceğini öngörmektedir (Samadi vd., 2023). Nitekim Samadi ve arkadaşlarının (2023) çalışması, bol güneş ve rüzgâr kaynağına sahip bir bölgede (örneğin Kuzey Afrika’da) yeşil çelik üretmenin maliyetinin, fosil yakıtlara dayalı bir bölge olan Avrupa’ya kıyasla %26’ya kadar daha düşük olabileceğini ortaya koymaktadır (Samadi vd., 2023). Bu kapsamda yenilenebilir enerji kapasitesi yüksek bölgeler, enerji yoğun sanayiler için bir cazibe merkezi haline gelebilir. Ricardo Hausmann (2023) da benzer şekilde, verimli güneş ve rüzgâr alanlarına yakın kurulacak yeşil endüstri parklarının, küresel üretimin karbon yoğun bölgelerden temiz enerji bölgelerine taşınmasını hızlandırabileceğini vurgulamaktadır. Zira güneş enerjisinin yerinde kullanımı, bu enerjiyi hidrojen gibi taşıması zor formlara dönüştürüp taşımaktan çok daha ekonomiktir; bu da sanayi tesislerini ucuz yenilenebilir kaynağın bulunduğu lokasyonlara çekmektedir (Hausmann, 2023). Örneğin, gelecekte çelik endüstrisinin güneşli tropik bölgelerde ve demir cevheri yataklarına yakın konumlanabileceği öne sürülmektedir (Devlin vd., 2023). Ancak coğrafi yeniden konumlandırma sadece enerji maliyetine dayalı bir karar değildir; işgücü niteliği, tedarik altyapısı ve piyasa yakınlığı gibi unsurlar da şirketlerin yatırım kararlarında rol oynar (Samadi vd., 2023). Dolayısıyla, Türkiye’de sanayi şirketleri için kritik soru, yeşil enerjiye erişim avantajlarını kendi lehlerine nasıl kullanacaklarıdır. Ülkenin yüksek yenilenebilir potansiyeli barındıran bölgelerine (örneğin Güneydoğu Anadolu’daki güneş enerjisi kuşağına) yapılacak sanayi yatırımları, Avrupa’nın karbon nötr tedarik zincirlerinde yer alabilmek için önemli bir strateji olabilir. Mevcut iş modelleri, sadece düşük işgücü maliyeti veya pazar büyüklüğü parametrelerine odaklanmışsa, bu bakış açısını temiz enerji altyapısının mevcudiyetini de içerecek şekilde genişletmek durumundadır. Aksi halde, AB Yeşil Mutabakatı ile hızlanan süreçte Türkiye’deki “gri” üretim merkezlerinin rekabet avantajı zayıflayabilir ve yatırımlarını koruyabilmek için yeniden konumlanma baskısıyla karşılaşabilirler.
Küresel tedarik zincirleri, iklim değişikliği ve enerji dönüşümü çağında eşzamanlı olarak iki kritik risk ile karşı karşıyadır: fiziksel ve jeopolitik kırılganlıklar ile karbon sızıntısı riskleri. Son yıllarda yaşanan COVID-19 pandemisi ve Ukrayna krizinin de gösterdiği üzere, uzun ve karmaşık tedarik zincirleri beklenmedik şoklara karşı savunmasızdır. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2025 Küresel Riskler Raporu’nda da vurgulandığı gibi, stratejik önemdeki tedarik zincirlerinde yaşanacak kesintiler, ekonomik ve toplumsal açıdan en önemli risk başlıklarından biri haline gelmiştir (World Economic Forum, 2025). Bu kırılganlık, sadece salgın veya savaş gibi öngörülmeyen olaylardan değil, iklim değişikliğinin yol açtığı aşırı hava olaylarından da kaynaklanabilir. Örneğin, tayfunlar, seller veya uzun süreli kuraklıklar belirli ham maddelerin arzını sekteye uğratarak üretim süreçlerini aksatabilir. Ayrıca, temiz enerji teknolojilerine geçiş sürecinde önem kazanan kritik minerallerin ve bileşenlerin (lityum, kobalt, nadir toprak elementleri gibi) az sayıda ülkenin tekelinde olması da tedarik risklerini artırmaktadır. İşletmeler, bu risklere karşı tedarik zinciri dayanıklılığını artırmak için yerel ve çeşitli kaynaklara yönelme, stok yönetimini iyileştirme ve alternatif tedarikçi geliştirme gibi stratejiler benimsemeye başlamıştır. Diğer yandan, iklim politikalarının sıkılaşmasıyla ortaya çıkan karbon sızıntısı riski, mevcut iş modellerine yönelik bir diğer sınavdır. Karbon sızıntısı (carbon leakage), bir bölgedeki sıkı emisyon azaltım politikaları nedeniyle emisyon yoğun üretimin daha gevşek düzenlemelere sahip başka bölgelere kayması olgusunu tanımlar. Bu durum, küresel ölçekte emisyonlarda bir azalma sağlamaksızın, yalnızca coğrafi yer değiştirmeye yol açtığı için iklim mücadelesini zayıflatmaktadır. Yapılan çalışmalar, Avrupa’daki karbon fiyatı şoklarının sonrasında belirli sanayi kollarında karbon yoğun ara malların gelişmekte olan ülkelerden ithalatında geçici de olsa artış yaşandığını ortaya koymaktadır (Wang, 2025). Örneğin, Avrupalı imalatçılar, karbon maliyetlerinin yüksek olduğu dönemlerde, düzenlemelerin daha gevşek olduğu ekonomilerden girdi tedarikini artırma eğilimi göstermiştir (Wang, 2025). Bu bulgular, karbon sızıntısının gerçekleşebileceğine işaret etmekte ve politika tasarımında bu riski azaltacak mekanizmaların önemini vurgulamaktadır. Nitekim Avrupa Birliği, karbon sızıntısını engellemek üzere bir Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) geliştirmiş ve karbon maliyetlerini ithal ürünlere yansıtmayı planlamıştır. SKDM’nin amacı, AB dışından gelen çelik, çimento, alüminyum gibi yüksek emisyonlu ürünlere, içerdiği karbon miktarı kadar bir ücret uygulayarak, yerli üreticilerin rekabet dezavantajını önlemek ve yabancı üreticileri de temiz üretime teşvik etmektir. Böylece, karbon maliyetini küresel tedarik zinciri boyunca içselleştiren bir sistem öngörülmektedir. Ancak kısa vadede işletmeler için bu, tedarik zincirlerini karbon içeriğine göre yeniden yapılandırma zorunluluğunu gündeme getirmektedir. Türkiye’de ihracatçı konumundaki şirketler, özellikle AB’ye yönelik tedarik zincirlerinde karbon ayak izini azaltmaya yönelik adımlar atmazsa ya pazar payı kaybı yaşayacak ya da ilave karbon maliyetlerine katlanmak zorunda kalacaktır. Bu nedenle mevcut iş modelleri, yalnızca maliyet ve kalite optimizasyonuna odaklanan klasik tedarik zinciri yönetimi yaklaşımından, karbon maliyetini ve kesinti risklerini de gözeten daha entegre bir yaklaşıma evrilmelidir. Özetle, yeşil dönüşüm çağında şirketlerin rekabetçiliği, tedarik zinciri esnekliği ve düşük karbonlu tedarik kriterlerini ne ölçüde sağlayabildiklerine bağlı olacaktır.
İş dünyası, uzun yıllar boyunca çoğunlukla doğrudan operasyonel emisyonlarına (Kapsam 1) odaklanarak çevresel sorumluluklarını tanımlamıştır. Oysaki günümüzde, bir şirketin iklim etkisini tam olarak değerlendirebilmek için dolaylı emisyonların da hesaba katılması gereği ortaya çıkmıştır. Bunlar, satın alınan elektrik gibi enerji kaynaklarından kaynaklanan dolaylı enerji emisyonlarını (Kapsam 2) ve tedarik zinciri boyunca oluşan diğer dolaylı emisyonları (Kapsam 3) kapsamaktadır. Yapılan analizler, birçok sektörde bir şirketin toplam karbon ayak izinin büyük kısmını Kapsam 3 yani değer zincirindeki gömülü emisyonların oluşturduğunu göstermektedir. Örneğin 2023 yılında küresel ölçekte şirketler, tedarik zinciri kaynaklı emisyonlarının kendi operasyonel (Kapsam 1-2) emisyonlarından ortalama 26 kat daha fazla olduğunu bildirmişlerdir (Boston Consulting Group & CDP, 2024). Başka bir ifadeyle, bir firmanın iklim etkisinin %90’ından fazlası çoğu zaman tedarikçileri, lojistik faaliyetleri ve ürünlerinin kullanımından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, yakın zamana dek şirketlerin büyük bölümü bu gömülü emisyonları ölçme ve yönetme konusunda yeterli adım atmamıştır. CDP verilerine göre firmalar, doğrudan emisyonlarını ölçüp hedef belirlemeye, tedarik zinciri emisyonlarına kıyasla çok daha fazla odaklanmaktadır; Kapsam 3 emisyonları için hedef belirleyen şirket oranı yalnızca %15 düzeyindedir (Boston Consulting Group & CDP, 2024). Ancak gerek düzenleyici gelişmeler gerekse yatırımcı ve müşteri baskıları, kapsam 1–3 tüm emisyonların yönetimini şirketler için yeni bir norm haline getirmektedir. Özellikle Avrupa Birliği’nin yeşil dönüşüm hamlesi, bu alanda somut zorunluluklar getirmektedir. 2024 itibarıyla yürürlüğe giren Kurumsal Sürdürülebilirlik Raporlama Direktifi (CSRD) kapsamında büyük ölçekli şirketler finansal raporlarıyla birlikte kapsamlı emisyon raporlaması yapmakla yükümlü olacaktır. Daha da önemlisi, 2026’dan itibaren AB’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması tam olarak devreye girerek AB’ye ihracat yapan firmaların ürünlerinin içerdiği karbon emisyonunu (yani gömülü emisyonlarını) beyan etmelerini ve bu emisyonlar için bir bedel ödemelerini zorunlu kılacaktır (OECD, 2025). Bu durum, yalnızca AB ithalatçılarını değil, onların tedarikçileri olan Türk sanayi şirketlerini de yakından ilgilendirmektedir. Örneğin Türkiye’den AB’ye çelik ihraç eden bir firma, her bir ton çeliğin üretimindeki karbon miktarını doğrulanabilir şekilde ölçmek (MRV: izleme, raporlama ve doğrulama) ve AB’ye bildirmek durumunda kalacaktır. Aksi halde, ürününe AB gümrüğünde varsayılan yüksek bir emisyon değeri üzerinden karbon fiyatı uygulanacaktır. Dolayısıyla karbon içeriğinin şeffaf bir şekilde izlenmesi, uluslararası ticaretin yeni bir teknik bariyeri ve rekabet unsuru haline gelmektedir. Türkiye’de de benzer şekilde, ilk İklim Kanunu Teklifi’nde ulusal bir emisyon ticareti sistemi kurulması ve işletmelerin yıllık sera gazı emisyonlarını izleyip raporlaması öngörülmüştür (Ülgen & İltutmuş, 2025). Halihazırda Türkiye’de büyük ölçekli tesisler için bir MRV yönetmeliği yürürlükte olmakla birlikte, İklim Kanunu’nun kabulüyle birlikte bu alandaki yükümlülüklerin yasal bir çerçeveye oturması ve olası bir karbon fiyatlandırma mekanizmasıyla desteklenmesi beklenmektedir (Ülgen & İltutmuş, 2025). Tüm bu gelişmeler, şirketlerin karbon muhasebesi kapasitesini güçlendirmelerini zorunlu kılmaktadır. Mevcut iş modelleri altında sadece üretim çıktıları ve finansal performansa odaklanan yönetişim yapıları, artık karbon performansını da karar süreçlerine entegre etmek durumundadır. Örneğin bir imalat firmasının satın alma birimi, hammadde seçiminde sadece fiyat ve kaliteye değil, aynı zamanda tedarikçinin karbon ayak izine de dikkat etmelidir. Benzer şekilde, üst yönetimler için artık yıllık finansal tabloların yanı sıra kapsam 1-2-3 emisyon envanterleri de stratejik bir raporlama konusu haline gelmiştir. Bu dönüşüm, şirketlerin iç organizasyonlarında çevre/sürdürülebilirlik birimlerinin güçlenmesi, tedarikçi ilişkilerinde yeni standartların devreye alınması ve bilgi teknolojileri altyapısında karbon verilerinin takibini mümkün kılacak sistemlerin kurulmasını gerektirir. Sonuç olarak, karbonun izlenmesi ve yönetimi alanındaki yeni zorunluluklar, şirketlerin rekabet gücünü belirleyecek kritik bir faktör haline gelmiştir. Yeşil dönüşüm sürecinde başarı, yalnız ürünü üretip satmakta değil, o ürünü ne kadar düşük karbonla üretebildiğini kanıtlamakta gizlidir.
Sanayi şirketlerinin kârlılık ve sürdürülebilirlik dengesi, büyük ölçüde enerji maliyetlerine ve arz güvencesine bağlıdır. Son dönemde elektrik piyasalarında yaşanan dalgalanmalar ve yapılan tarife değişiklikleri, enerji yoğun sektörlerin iş modellerini zorlayan unsurlar olarak öne çıkmıştır. 2021 yılının ikinci yarısından itibaren küresel emtia fiyatlarındaki sert yükseliş ve 2022 başında yaşanan doğal gaz arz krizi, Türkiye’de elektrik üretim maliyetlerini keskin biçimde artırmış ve bu artış nihai elektrik tarifelerine yansıtılmak zorunda kalınmıştır (Kantur vd., 2024). Özellikle Ocak 2022’de sanayi elektrik tarifelerine yapılan yüksek zam, iş dünyasında enerji maliyetinin öngörülebilirliğine dair soru işaretleri doğurmuştur. Bu durum, uzun vadeli sabit düşük enerji fiyatlarına güvenen iş modellerinin kırılganlığını ortaya koymuştur. Birçok şirket, beklenmedik enerji maliyeti artışları karşısında rekabetçiliğini korumak için ürün fiyatlarına zam yapmak veya kâr marjını azaltmak ikilemiyle karşılaşmıştır. Bu nedenle elektrik piyasası dinamiklerindeki değişimler, sanayicileri enerji yönetimi stratejilerini yeniden gözden geçirmeye itmiştir.
Diğer taraftan, elektrik arz portföyünün giderek daha fazla yenilenebilir enerji içerir hale gelmesi, piyasa yapısında yapısal değişimleri beraberinde getiriyor. Güneş ve rüzgâr gibi kaynakların şebekeye entegrasyonunun artması, fiyat oluşumunda fosil yakıt maliyetlerinin belirleyici rolünü azaltırken volatiliteyi belirli ölçüde artırabilmektedir. Güneş ve rüzgârın arz ettiği elektrik sıfıra yakın marjinal maliyetle sisteme girdiğinden, özellikle talebin düşük olduğu saatlerde piyasa fiyatlarını aşağı çekebilmekte; buna karşın hava koşullarının elverişsiz olduğu dönemlerde veya akşam saatlerinde yeterli esneklik yoksa fiyatlar yükselebilmektedir. Bu yeni dinamik, sanayi kuruluşları için hem bir fırsat hem de risk unsurudur. Ucuz saatlerde elektrik kullanımı avantajlı hale gelirken, pahalı saatlerde maliyetleri sınırlamak önem kazanır. Bu bağlamda tarife reformları ve yeni piyasa araçları gündeme gelmektedir. Türkiye’de Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), yenilenebilir enerjinin sisteme entegrasyonunu kolaylaştırmak ve tüketicilere fiyat avantajı sunmak üzere farklı tarife seçenekleri geliştirmektedir. Örneğin, gün içi zaman dilimine göre tarifeler ile tüketiciler, elektriğin bol ve ucuz olduğu saatlerde daha düşük birim fiyat ödeyebilmektedir. Sanayi tesisleri, üretim planlarını bu fiyat sinyallerine göre ayarlayarak enerji maliyetlerini düşürebilirler. Ayrıca, büyük tüketiciler için yeşil enerji tedarik anlaşmaları (PPA) yapma imkânları genişlemektedir. Birçok şirket, piyasa dalgalanmalarından korunmak ve karbon ayak izini düşürmek amacıyla doğrudan yenilenebilir enerji santralleriyle uzun vadeli anlaşmalar imzalayarak elektriğini sabit fiyatla temin yoluna gitmektedir. Bu tür modeller, klasik tarife bağımlılığını azaltarak şirketleri aktif birer enerji aktörü haline getirmektedir.
Yenilenebilir enerji entegrasyonunun bir diğer boyutu da şebeke altyapısının ve piyasa kurallarının bu dönüşüme uyum sağlamasıdır. Türkiye’de YEKDEM mekanizması ile yenilenebilir üreticileri desteklenirken, 2021-2022 döneminde toplam üretime yenilebilir katkısının toptan elektrik fiyatlarını düşürücü etkisi de gözlemlenmiştir (Kantur vd., 2024). Yapılan bir analiz, yenilenebilir kaynaklı üretimdeki artışın elektrik üretim maliyetlerini yükseltmediğini, tam tersine fosil yakıt maliyetlerindeki yükselişe rağmen genel maliyet artışını frenleyici rol oynadığını ortaya koymuştur (Kantur vd., 2024). Bu bulgu, yenilenebilir entegrasyonunun uzun vadede sanayi için daha öngörülebilir ve sürdürülebilir fiyatlar anlamına gelebileceğini göstermektedir. Mevcut fosil yakıt ağırlıklı iş modelleri ise yakıt fiyatlarındaki oynaklığa maruz kalmaya devam edecektir. Dolayısıyla, sanayi şirketlerinin elektrik tedarik stratejilerinde yenilenebilir enerjiye daha büyük bir pay ayırmaları hem maliyet avantajı sağlama hem de iklim politikalarına uyum açısından rasyonel görünmektedir. Tarife reformları da bu dönüşümü teşvik edecek şekilde düzenlenmelidir. Örneğin, kendi elektrik ihtiyacını güneş enerjisiyle karşılayan bir fabrikanın şebeke kullanım bedellerinde iyileştirmeler yapılması veya depolama yatırımlarının desteklenmesi, mevcut iş modelini yeşil bir modele dönüştürmeye çalışan şirketleri cesaretlendirecektir. Sonuç olarak, elektrik piyasasındaki hızlı değişimler, sanayi için belirsizlik kaynağı olsa da aynı zamanda yenilenebilir enerji lehine dönüşümü hızlandıran bir itici güçtür. Şirketler, enerji maliyet riskini azaltmak için enerji verimliliğine yatırım, öz tüketim güneş enerjisi sistemleri kurulumu ve akıllı şebeke uygulamalarına uyum gibi adımları iş modellerine entegre etmelidir. Yeşil dönüşüm sürecinde elektrik piyasasındaki reformlar, dönemin kazananlarının enerji stratejilerini ne kadar proaktif ve yenilikçi şekilde yönetebildikleriyle belirlenecektir.
Sanayide yeşil dönüşüm, yalnızca karbon kaynaklarının değişimini değil, aynı zamanda kullanılan teknolojilerin ve bu teknolojileri işleten işgücünün dönüşümünü de gerektirmektedir. Mevcut iş modelleri, genellikle belirli üretim süreçlerinin yıllar boyunca istikrarla devam edeceği varsayımına dayanır. Oysa iklim hedefleri doğrultusunda, birçok sektörde önümüzdeki on yıllarda radikal teknolojik sıçramalar yaşanması beklenmektedir. Örneğin ulaşımda içten yanmalı motorlardan elektrikli ve hidrojen yakıt hücreli araçlara geçiş, çelik üretiminde yüksek fırınlardan doğrudan indirgeme ve elektrik ark ocaklarına dönüşüm, kimya sektöründe fosil ham maddeler yerine biyolojik ve sentetik alternatiflerin kullanımı gibi değişimler ufukta görünmektedir. Bu değişimlerin hangi hızla ve hangi teknolojik çözümler etrafında gerçekleşeceği ise önemli bir belirsizlik kaynağıdır. Şirketler açısından bakıldığında, teknoloji belirsizliği büyük yatırımların zamanlaması ve yönü konusunda risk yaratmaktadır. Örneğin bir çimento üreticisi, karbon yakalama ve depolama (CCS) teknolojisine mi yatırım yapmalı yoksa alternatif bağlayıcı malzemelere yönelmeli? Bir petro-kimya tesisi, yeşil hidrojen kullanımına uygun yeni proseslere geçmeli mi, yoksa biyoplastik gibi ürünlere mi odaklanmalı? Bu tür stratejik kararlarda yanlış teknolojiye erken yatırım yapmak ciddi mali kayıplara yol açabileceği gibi, geç kalmak da rekabet yarışından kopma riski barındırır. Dolayısıyla mevcut iş modelleri, belirsizlik altında karar verebilme ve esneklik sağlama yetkinlikleriyle sınanmaktadır. Belirli bir teknolojiye bağlı tek bir yol haritası yerine, birden fazla senaryoya hazırlıklı olmayı içeren esnek planlama yaklaşımları önem kazanmıştır. Ar-Ge faaliyetlerine ve pilot projelere ayrılan kaynakların artırılması, şirketlerin teknoloji trendlerini yakından takip etmelerine ve gerektiğinde yön değiştirmelerine imkân tanır. Ayrıca, farklı şirketler ve sektörler arası iş birlikleriyle riskin paylaşılması (örneğin ortak pilot tesisler veya konsorsiyumlar şeklinde) da belirsizlik yönetimine yardımcı olmaktadır.
Yeşil teknolojilere geçiş kadar kritik bir diğer boyut da işgücü dönüşümü ve adil geçiş meselesidir. Yeni teknolojiler ve üretim süreçleri, beraberinde yeni beceri setlerine duyulan ihtiyacı getirir. Mevcut iş modellerinde çalışanların belli uzmanlıklarda istihdamı öngörülürken, dönüşüm sürecinde bu çalışanların yeniden eğitilmesi veya farklı görevlere kaydırılması gerekecektir. Örneğin, kömür yoğun bir sanayi tesisinde görev yapan bir mühendis veya teknisyenin, tesisin atıl kalması durumunda yenilenebilir enerji veya enerji verimliliği alanlarında istihdam edilebilmesi için gerekli becerilere sahip olması gerekir. Bu da işletmelerin proaktif bir şekilde işgücü planlaması yapmasını, değişen ihtiyaçlara göre personeline eğitim vermesini zorunlu kılar. Enerji yoğun sektörlerde faaliyet gösteren öncü bazı şirketler, şimdiden çalışanları için kapsamlı eğitim ve yeniden yetkinlik kazandırma programları başlatmış durumdadır. Özellikle dijital beceriler, veri analizi, yeşil enerji teknolojileri ve çevresel uyum konularında çalışanların kapasitesini artırmaya yönelik girişimler dikkat çekmektedir (Özenç & Çopur, 2025). Bu şirketler, sadece mevcut işlerini dönüştürmekle kalmayıp, çalışanlarını da dönüşümün bir parçası haline getirerek kurumsal dirençliliklerini artırmaktadır. Adil dönüşüm kavramı, tam da bu noktada, yeşil ekonomi hedefleriyle toplumsal faydayı buluşturan bir çerçeve sunar. İşgücünün dönüşümünde adil bir yaklaşım, hiç kimsenin “geride bırakılmamasını” ve yeni ekonomide herkesin uygun bir yer bulabilmesini amaçlar. Bu doğrultuda, çalışanlara alternatif istihdam olanaklarının sağlanması, yeniden eğitim imkanlarının sunulması ve gerektiğinde sosyal destek mekanizmalarının devreye alınması büyük önem taşır (Özenç & Çopur, 2025). Özellikle Türkiye gibi genç ve dinamik işgücüne sahip ülkelerde, yeşil dönüşüm sürecinde ortaya çıkacak yeni iş alanları (örneğin güneş paneli üretimi, enerji verimliliği danışmanlığı, elektrikli araç bakım hizmetleri vb.), eski alanlardaki istihdam kaybını telafi edebilir. Nitekim küresel analizler, temiz enerji sektörlerinde oluşacak yeni istihdamın, fosil sektörlerde kaybolacak iş sayısını orta-uzun vadede aşacağını öngörmektedir. Ancak bu geçiş döneminde uyumun sağlanması için kamu, özel sektör ve eğitim kurumlarının iş birliğiyle programlar geliştirilmesi şarttır. Mevcut iş modelleri, insan kaynağını statik bir girdi olarak görmekten çıkarıp dinamik bir değer olarak ele almalıdır. Çalışanların bilgi ve becerilerinin sürekli geliştirilmesi, dönüşüm sürecinde şirketlerin rekabet avantajı elde etmesinin anahtarı olacaktır. Sonuç olarak, teknoloji ve işgücü eksenindeki dönüşüm, yeşil sanayi devriminin sosyal boyutunu oluşturur. İş modellerinin bu sınavdan başarıyla çıkabilmesi için “insana yatırım” odağının güçlenmesi ve belirsizlikleri yönetebilecek kurumsal esnekliğin kazanılması gerekmektedir.
Türkiye ekonomisinin yeşil dönüşüm sürecinde, sanayi politikalarının yeniden tasarlanması kritik önem taşımaktadır. Karbonsuzlaşma hedeflerine ilerlerken, sanayide rekabet gücünü koruyup artırmak ve yeni büyüme fırsatları yaratmak amacıyla kapsamlı bir “yeşil sanayi politikası” yaklaşımı geliştirilmektedir. Bu yaklaşım, geleneksel politika araçlarının ötesine geçerek yeşil ve dijital dönüşümü entegre eden, çok paydaşlı ve çok katmanlı bir strateji setini içermektedir. Aşağıda, bu stratejik çerçevenin temel bileşenleri alt başlıklar halinde ele alınmaktadır.
Küresel enerji dönüşümü, gelişmekte olan ekonomiler için yeni sanayi atılımları yapma fırsatı sunmaktadır. Harvard Üniversitesi Büyüme Laboratuvarı tarafından ortaya konulan “beş yeşil büyüme stratejisi” çerçevesi, ülkelerin yeşil dönüşümden ekonomik değer yaratabileceği alanlara odaklanmasını önermektedir. Bu stratejilerin başında, dünya çapında karbonsuzlaşma için gerekli teknolojilerin ve kritik girdilerin üreticisi olma hedefi gelmektedir. Örneğin, elektrikli araçlar için batarya hücreleri, yenilenebilir enerji sistemleri için güneş paneli ve rüzgâr türbini ekipmanları ya da enerji depolama ve şebeke dengeleme teknolojileri gibi alanlarda üretim kapasitesinin geliştirilmesi, Türkiye’ye küresel tedarik zincirlerinde önemli bir rol üstlenme imkânı verebilir. Girdi üretiminin yanı sıra, yeşil nihai ürünlerin tasarımı ve imalatı da bir diğer kritik stratejidir. Bu kapsamda elektrikli ulaşım araçları, enerji verimli makineler, düşük karbonlu çimento ve çelik gibi yeşil ürünlerin hem iç pazarda hem de ihracat pazarlarında payının artırılması hedeflenmektedir. Türkiye’nin geleneksel sanayi ihracatı içinde orta-düşük teknoloji yoğunluklu ürünlerin payı yüksek olsa da yeşil ürünlerde teknolojik kapasitenin göreli olarak daha iyi durumda olduğu belirtilmektedir (Özenç vd., 2023). Nitekim 2020 verilerine göre Türkiye, toplam ekonomik karmaşıklık sıralamasında 79. iken “yeşil ürün” ihracat karmaşıklığında 19. sırada yer almıştır; bu durum yeşil ürün ihracat sepetinin görece sofistike olduğuna işaret etmektedir (Özenç vd., 2023). Bu avantaj, yeşil ürünlere yönelik üretim ve ihracat stratejilerinin desteklenmesiyle değerlendirilebilir.
Beş stratejiden bir diğeri ise teknoloji ve bilgi birikiminin ihracı, yani “know-how ihracatı” olarak tanımlanmaktadır. Kendi sanayisinde düşük karbon teknolojilerini geliştiren ve uygulayan bir ülke, bu alandaki mühendislik, proje geliştirme, danışmanlık gibi hizmetlerini ve lisanslanabilir teknolojilerini diğer ülkelere sunarak ek bir gelir ve etki alanı yaratabilir (Hausmann, 2021). Örneğin, enerji verimli üretim süreçleri konusunda uzmanlaşan şirketlerimizin yurt dışında proje üstlenmesi veya yenilenebilir enerji santrali kurulumlarında Türk mühendislik firmalarının faaliyet göstermesi, know-how ihracatına örnek teşkil edecektir. Benzer şekilde, sanayi tesislerinde karbon yakalama, depolama veya yeşil hidrojen kullanımı gibi alanlarda elde edilecek deneyim ve bilgi birikimi de bölge ülkelerine ihraç edilebilir. Know-how ihracatı, yalnızca ekonomik getiri sağlamakla kalmaz, aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel iklim liderliği rolünü pekiştirir ve küresel iklim hedeflerine dolaylı katkı sunar.
Harvard Büyüme Laboratuvarı yaklaşımındaki diğer stratejiler de bu üç temel üzerine inşa olmaktadır. Bunlardan biri, yenilenebilir enerji kaynaklarının bolluğuna dayanarak enerji-yoğun endüstrileri ülkeye çekmek ve böylece “yeşil üretim üsleri” haline gelmektir (Hausmann, 2021). Örneğin, bol güneş ve rüzgâr potansiyeli sayesinde Türkiye’nin yeşil çelik veya yeşil alüminyum üretimi için uygun bir merkez olması mümkündür. Böylece hem fosil yakıta dayalı üretimin yerini düşük karbonlu üretim alacak, hem de ihracatta karbon vergileri riskine karşı sanayimizin dayanıklılığı artacaktır. Son olarak, ülkelerin yeşil enerji ihracatçısı haline gelmesi de uzun vadeli bir strateji olarak değerlendirilmektedir. Özellikle yenilenebilir elektriğin hidrojen, amonyak gibi enerji taşıyıcılarına dönüştürülüp ihraç edilmesi, ya da iletim hatlarıyla bölgesel elektrik ticaretinin yapılması, enerji ithalatçısı konumundaki Avrupa ve benzeri pazarlara yönelik bir fırsat alanıdır. Kısacası, “beş strateji” yaklaşımı, Türkiye’nin yeşil dönüşümünde hem iç pazarının düşük karbonlu dönüşümünü sağlamak hem de küresel değer zincirlerinde yeni pozisyonlar elde etmek üzere bütüncül bir vizyon sunmaktadır.
Yeşil sanayi politikası tasarımında, bilim, teknoloji ve inovasyon (BTİ) politikalarının dönüştürücü rolü büyüktür. Düşük karbonlu üretim teknolojilerinin geliştirilmesi, mevcut teknolojilerin adaptasyonu ve yenilikçilik kapasitesinin artırılması, ancak etkin bir BTİ politikasıyla mümkün olacaktır. Bu bağlamda politika yapıcıların önünde iki temel zorunluluk bulunmaktadır: İlk olarak, Ar-Ge ve inovasyon ekosistemini yeşil dönüşüm hedefleriyle hizalamak; ikincisi ise bu dönüşümü paydaşlarla birlikte tasarlamak, yani “ortak-yaratım (co-creation)” mekanizmalarını işletmek.
Yeşil dönüşüm için BTİ politikası, öncelikli olarak temiz teknolojilere yönelik Ar-Ge yatırımlarını ve yenilikçi girişimleri teşvik etmelidir. Kamu destekleri, üniversite-sanayi iş birlikleri, kuluçka merkezleri ve teknolojik araştırma enstitüleri, sanayide enerji verimliliği, temiz enerji kullanımı, atık minimizasyonu ve karbon yakalama gibi konulara odaklanacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Örneğin, çimento sektöründe karbon emisyonlarını azaltmaya yönelik yeni bağlayıcı malzeme formüllerinin geliştirilmesi veya demir-çelikte hidrojen kullanımı için gerekli katalizörlerin iyileştirilmesi gibi alanlarda TÜBİTAK destekli programlar devreye alınabilir. Benzer şekilde, KOBİ’lerin yeşil inovasyon yapmasını kolaylaştıracak fonlar ve vergi teşvikleri de STI politikasının bir parçası olmalıdır. Bu tür girişimler, sadece iklim hedeflerine ilerlemeyi sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda Türkiye’nin bu yeni teknolojilerin küresel piyasalarında söz sahibi olmasına zemin hazırlayacaktır.
Ortak yaratım, politika tasarım ve uygulama süreçlerine ilgili tüm paydaşların aktif katılımını ifade etmektedir. Yeşil sanayi politikalarının başarılı olabilmesi için, özel sektör firmaları, sektör birlikleri, teknoloji geliştiricileri, akademi, sivil toplum ve iş gücü temsilcilerinin politika yapım sürecine dahil edilmesi kritik bir faktördür. Bu amaçla sektörel yuvarlak masa toplantıları, kamu-özel çalışma grupları ve danışma kurulları oluşturulabilir. Örneğin, kimya sanayinde yeşil dönüşüm stratejisini şekillendirmek üzere bakanlık temsilcileri, önde gelen kimya şirketleri, üniversiteler ve çevre STK’larının bir araya geldiği bir “yeşil kimya platformu” kurulabilir. Bu platformda teknoloji ihtiyaçları, regülasyon engelleri ve finansman sorunları ortak akılla tespit edilip çözüm önerileri geliştirilebilir. Ortak-yaratım yaklaşımı, politika müdahalelerinin sahada karşılık bulmasını ve yeniliklerin hızlı benimsenmesini kolaylaştıracaktır. Nitekim enerji yoğun sektörlerde adil dönüşüm yaklaşımlarını inceleyen bir çalışma, şirketlerin düşük karbonlu geçişe hazırlanmasında çok paydaşlı girişimlerin ve ortak öğrenme mekanizmalarının önemine işaret etmektedir.
Aynı şekilde, yeşil teknoloji kümelenmeleri ve inovasyon ağlarının desteklenmesi de ortak yaratım ekosisteminin parçasıdır. Özellikle belli bölgelerde üniversiteler, teknoparklar ve sanayi sitelerinin etkileşimini artırarak “yeşil inovasyon bölgeleri” yaratmak mümkündür. Bu bölgelerde pilot projeler, test altyapıları ve ortak eğitim programlarıyla yeni teknolojilerin birlikte geliştirilip yaygınlaştırılması sağlanabilir. Örneğin, Bursa veya Kocaeli gibi güçlü sanayi merkezlerinde kurulacak “İklim Teknolojileri Mükemmeliyet Merkezi”, otomotivden tekstile farklı sektörlere düşük karbonlu üretim çözümleri sunmak üzere çok paydaşlı Ar-Ge konsorsiyumlarına ev sahipliği yapabilir. Sonuç olarak, STI politikası alanındaki zorunluluk, yeşil dönüşümü hızlandıracak bilgi ve teknoloji üretimini teşvik ederken, bunu katılımcı ve kapsayıcı mekanizmalarla yapmaktır. Politika yapıcılar için temel zorluk, hızlı sonuç alabilmek adına tepeden inme düzenlemeler ile uzun vadeli öğrenme ve ortak üretim süreçlerini dengelemektir.
Sanayide yeşil dönüşümün gerçekleşebilmesi, büyük ölçekli yatırımların hayata geçirilmesini gerektirmektedir. Ancak yeni teknolojilerin ve düşük karbonlu altyapıların başlangıç maliyetleri yüksek olabilir ve özel sektör açısından çeşitli riskler barındırmaktadır. Bu nedenle, finansal risk azaltma (de-risking) mekanizmaları olarak adlandırılan risk azaltıcı araçların ve yenilikçi yeşil finansman platformlarının devreye alınması hayati önem taşır (Ülgen & İltutmuş, 2025).
Finansal risk azaltma mekanizmaları, yatırımları daha cazip hale getirmek için kamu tarafından sunulan garanti, sübvansiyon veya sigorta enstrümanlarını kapsar. Örneğin, yeşil hidrojen üretim tesisleri veya karbon yakalama ve depolama üniteleri gibi henüz tam olgunlaşmamış teknolojilere yatırım yapan şirketler, devlet tarafından verilecek kapasite ödemeleri veya üretim garantileri sayesinde gelir belirsizliğini azaltabilirler. Avrupa Birliği’nin temiz teknolojileri teşvik için önerdiği “Karbon Fark Anlaşmaları (Carbon Contracts for Difference)” bu yaklaşımın bir örneğidir; piyasa karbon fiyatının düşük kaldığı durumlarda yeşil üreticilere fark ödemesi yaparak yatırımın finansal fizibilitesini korur. Türkiye de benzer şekilde, stratejik yeşil sektörlerde yatırım riskini paylaşacak mekanizmaları değerlendirmektedir (Ülgen & İltutmuş, 2025). Örneğin, Türkiye Kalkınma ve Yatırım Bankası bünyesinde kurulacak bir “Yeşil Dönüşüm Fonu” aracılığıyla, enerji yoğun sektörlerde emisyon azaltıcı projelere uzun vadeli düşük faizli krediler sağlanabilir ya da Hazine destekli kredi garanti programlarıyla bu projelerin finansmana erişimi kolaylaştırılabilir.
Yeşil finans platformları ise kamu, özel sektör ve uluslararası finans kurumlarını bir araya getirerek ölçekli finansman imkanları yaratmayı hedefleyen iş birliği modelleridir. Kasım 2024’te lansmanı yapılan “Türkiye Endüstriyel Karbonsuzlaştırma Yatırım Platformu (TIDIP)”, bu alandaki öncü girişimlerden biridir (World Bank, 2024). Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı liderliğinde Dünya Bankası, IFC ve EBRD gibi kuruluşların katılımıyla oluşturulan bu platform, 2030’a kadar 5 milyar avro tutarında sanayi dönüşüm projesini desteklemeyi amaçlamaktadır (World Bank, 2024). Platform aracılığıyla kamu kurumları, uluslararası finans kuruluşları, bankalar ve sanayi paydaşları ortak bir çalışma zemini bulmakta; uygun projeler için teknik destek, eş finansman ve veri paylaşımı imkanları sağlanmaktadır. TIDIP gibi modeller, sanayi firmalarının tek başlarına üstlenemeyecekleri büyüklükteki temiz enerji, enerji verimliliği ve benzeri yatırımların hayata geçmesini kolaylaştıracaktır. Bunun yanı sıra, yeşil finansman için özel sektör bankalarının ve yatırım fonlarının da harekete geçirilmesi gerekmektedir. Türkiye’de son yıllarda bazı büyük bankalar sürdürülebilirlik temalı tahviller (yeşil tahvil ve sukuk ihraçları gibi) yoluyla kaynak toplamış ve bunu yenilenebilir enerji projelerine aktarmıştır. Ancak sanayinin dönüşümü için gereken finansman ölçeği düşünüldüğünde, ulusal düzeyde daha kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç vardır.
Bu amaçla, Türkiye’nin bir “Ulusal Yeşil Finans Stratejisi” oluşturma yönünde adımlar attığı görülmektedir (SHURA, 2022). 2022 yılında açıklanan Yeşil Mutabakat Eylem Planı ve müteakip politika belgelerinde, yeşil finans stratejisinin hazırlanması ve Türkiye Yeşil Taksonomisi’nin geliştirilmesi kararları alınmıştır (SHURA, 2022). Yeşil taksonomi (aşağıda ayrıntılı ele alınacaktır), hangi faaliyetlerin “yeşil” kabul edileceğini tanımlayarak finansal kaynakların çevresel hedeflerle uyumlu alanlara yönelmesini kolaylaştıracaktır. Bu doğrultuda bankacılık sektörü ve sermaye piyasaları da yeşil projeleri fonlamaya teşvik edilecektir. Örneğin, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun yeşil krediler için risk ağırlıklarını düşürebileceği veya yeşil tahvillere yatırım yapan kurumlara vergi avantajları sağlanabileceği tartışılmaktadır (Ülgen & İltutmuş, 2025).
Özetle, finansman boyutunda iki temel yaklaşım öne çıkmaktadır: riskleri azaltarak özel yatırımları harekete geçirmek ve değişik aktörleri buluşturarak büyük dönüşüm projelerine kaynak yaratmak. Kamu otoriteleri, sınırlı kamu kaynaklarını akıllıca kullanarak mümkün olduğunca fazla özel sermayeyi sanayide yeşil dönüşüme çekmeye odaklanmalıdır. Bunu yaparken uluslararası iklim finansmanı imkanlarından (örneğin Yeşil İklim Fonu, JETP benzeri ikili ortaklıklar) da yararlanmak gerekecektir. Finansal risk azaltma ve platform yaklaşımı birlikte, sanayi sektöründe ihtiyaç duyulan yatırım patlamasını başlatmak ve hızlandırmak üzere bir kaldıraç işlevi görecektir (Özenç vd., 2024).
Sanayide yeşil dönüşümü destekleyecek politika tasarımının önemli bir ayağı da kapsayıcı ve öngörülebilir bir yasal çerçevenin tesis edilmesidir. Türkiye, Paris Anlaşması’nı onaylayıp net-sıfır 2053 hedefini benimsemesinin ardından, iklim değişikliğiyle mücadele konusunda ilk kapsamlı çerçeve yasasını hazırlamıştır. Şubat 2025’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan İklim Kanunu Teklifi, sera gazı emisyonlarının azaltılması ve iklim değişikliğine uyum konusunda gerekli kurum, plan ve mekanizmaları tanımlamaktadır. Kanun teklifinin getirdiği en kritik yeniliklerden biri, ulusal bir karbon fiyatlandırma sisteminin kurulmasıdır. Teklife göre, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı İklim Değişikliği Başkanlığı bünyesinde bir Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) oluşturulacak ve belirli sektörlerde sera gazı emisyon izni olmadan faaliyet yapılamayacaktır. Bu ETS’nin, Avrupa Birliği’nin ETS sistemiyle uyumlu şekilde tasarlanması öngörülmektedir. Nitekim 2024–2028 Kalkınma Planı ve Orta Vadeli Program’da da AB ile uyumlu bir ETS’nin devreye alınması, rekabet gücünü korumak için öncelikli tedbir olarak belirtilmiştir.
ETS’nin yürürlüğe girmesi, sanayi açısından bir maliyet unsuru gibi görülse de aslında Türkiye’nin çıkarlarına hizmet edecek önemli bir araçtır. Halihazırda AB’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması nedeniyle, ihraç ürünlerimizin gömülü karbonu için AB’ye bir maliyet ödeme riski bulunmaktadır. Türkiye’de ETS aracılığıyla karbon fiyatlamanın başlaması ise “kirleten öder” prensibini ülke içinde uygulayacak; böylece AB’ye ödenmesi gündeme gelecek karbon bedelinin Türkiye’de kalmasını ve bu gelirlerin sanayimizin yeşil dönüşümünde kullanılmasını mümkün kılacaktır (Ülgen & İltutmuş, 2025). Bu nedenle ETS, bir ceza mekanizmasından ziyade dönüşümü finanse edecek bir kaynak ve temiz üretime geçişi teşvik eden bir sinyal olarak görülmelidir. İklim Kanunu Teklifi’nde ETS kapsamında faaliyet gösterecek işletmelere ilişkin ayrıntıların ikincil mevzuatla belirleneceği, piyasa işleyişinin Sermaye Piyasası Kurulu tarafından denetleneceği ve uyumsuzluk durumlarında yaptırımlar uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Bu da sistemin şeffaf ve güvenilir şekilde işlemesi için kurumsal altyapının düşünüldüğünü göstermektedir.
Kanun teklifinin sanayi ile en yakından ilgili bir diğer boyutu, sınırda karbon düzenlemesi konusunda Türkiye’nin de adım atma niyetidir. Teklife göre, Türkiye Gümrük Bölgesi’ne ithal edilecek malların karbon içeriklerini düzenlemek üzere Ticaret Bakanlığı tarafından bir “Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması” kurulacaktır. Bu düzenleme, AB’nin CBAM’ına benzer şekilde çalışacak ve karbon kaçağı riskini önlemeyi amaçlayacaktır. Özellikle yurtiçinde emisyon maliyetine tabi olmayan ülkelerden yapılacak ithalat için bir dengeleme mekanizması oluşacaktır. Bu adım, iç pazarda adil rekabeti sağlarken aynı zamanda Türkiye sanayicisinin düşük karbonlu üretime geçişini teşvik edici bir etkiye de sahip olacaktır. Zira ithal ürünler de karbon içeriğine göre fiyatlanınca, yurtiçinde temiz üretim yapan firma rekabet avantajı elde edebilecektir.
İklim Kanunu Teklifi’nde öne çıkan bir başka unsur ise “Türkiye Yeşil Taksonomisi”nin oluşturulmasıdır. Teklife göre İklim Değişikliği Başkanlığı, finansal akışların yeşil dönüşümü destekleyecek şekilde yönlendirilmesini kolaylaştırmak üzere yeşil taksonomi çalışmalarını yürütmekle görevlidir. Yeşil taksonomi, ekonomik faaliyetlerin çevresel sürdürülebilirlik kriterlerine göre sınıflandırılmasını sağlayan bir rehber niteliğindedir. AB benzeri bir taksonomi mevzuatının Türkiye’de hayata geçmesiyle, hangi yatırımların “yeşil” kabul edileceği netleşecek; bankalar, yatırımcılar ve şirketler için ortak bir referans çerçevesi oluşacaktır. Örneğin, atık ısı geri kazanım sistemi kuran bir fabrika veya elektrikli fırın teknolojisine geçen bir demir-çelik tesisi, taksonomiye göre belirlenen eşik değerleri sağladığında yeşil proje olarak nitelenecek ve buna uygun finansman olanaklarına erişebilecektir. Taksonominin yokluğunda ortaya çıkabilecek “yeşil badana (greenwashing)” risklerinin de bu sayede önüne geçilecektir; zira yatırımların gerçekten iklim hedeflerine uyumlu olup olmadığı objektif kriterlerle değerlendirilecektir.
Yasal çerçevenin tamamlayıcı unsurları olarak, İklim Kanunu Teklifi ile iklim değişikliğiyle mücadele kurumlarının teşkili de dikkat çekicidir. Teklif, iklim değişikliği politikalarının koordinasyonu için “İklim Değişikliği Kurulu” oluşturulmasını öngörmektedir. Bu Kurul, ilgili bakanlıklar, özel sektör ve STK temsilcilerinden oluşacak ve iklim politikalarının izlenmesi, yönlendirilmesi görevlerini üstlenecektir. Ayrıca ulusal ve sektörel iklim planlarının hazırlanması, yerel yönetimlerin iklim eylem planlarının entegrasyonu gibi konular da kanun teklifiyle çerçeveye oturtulmaktadır. Tüm bu düzenlemeler, sanayinin düşük karbon ekonomisine geçişi için gerekli kural setini ve yönetişim yapısını sağlamlaştıracaktır. Nihai olarak İklim Kanunu’nun Meclis’ten geçip yürürlüğe girmesiyle birlikte, Türkiye sanayisi hem iç hukuk hem de dış ticaret boyutunda yeni bir döneme girecektir: Karbon emisyonları izlenen, fiyatlanan ve raporlanan; temiz yatırımların net tanımlarla desteklendiği ve uzun vadeli sıfır karbon hedefi doğrultusunda tüm aktörlerin hesap verebilir olduğu bir dönem.
Yeşil sanayi politikası tasarımında, genel çerçevenin yanı sıra sektörel düzeyde özelleşmiş stratejiler geliştirmek gereklidir. Her sektörün teknoloji yapısı, rekabet dinamikleri ve karşı karşıya olduğu dönüşüm meydan okumaları farklı olduğu için, “tek bedene uyan” bir çözüm yerine terzi işi politikalar benimsenmelidir. Bu bölümde özellikle karbon yoğun ve stratejik bazı sektörler için öne çıkan politika yaklaşımları ele alınmaktadır.
Demir-çelik, enerji yoğun ve karbon salımı yüksek bir sektör olmakla birlikte, aynı zamanda döngüsel ekonomi prensiplerinin en uygulanabilir olduğu alanlardan biridir. Çelik hurdasının yeniden ergitilerek üretime sokulabilmesi sayesinde, süreç döngüsel bir yapıya kavuşturulabilir ve birincil hammadde (demir cevheri) ihtiyacı önemli ölçüde azaltılabilir. Nitekim Türkiye, elektrik ark ocaklı üretim kapasitesi sayesinde hurda geri dönüşümünde dünya liderleri arasındadır; bugün ülkemizde çelik üretiminin yaklaşık %65’i hurda kullanılarak gerçekleştirilmektedir (SHURA, 2024). Bu, ciddi bir enerji ve karbon tasarrufu sağlamaktadır çünkü hurda çelikten üretim, entegre cevherli üretime kıyasla çok daha düşük karbon ayak izine sahiptir. Yeşil sanayi politikası kapsamında, demir-çelik için “4R stratejileri” adı altında ifade edilen Reduce (Azalt), Reuse (Yeniden Kullan), Recycle (Geri Dönüştür) ve Recover (Kazan) yaklaşımı desteklenmelidir.
Reduce prensibi, çelik kullanımının verimliliğini artırmayı, yani aynı iş için daha az malzeme kullanmayı veya hafif ama dayanıklı yeni alaşımlara geçmeyi ifade eder. Örneğin otomotiv sektöründe yüksek dayanımlı çeliklerin kullanımıyla araç ağırlıkları azaltılabilir ve daha az çelikle aynı işlev sağlanabilir. Reuse ise çelik ürünlerin ömrünü uzatmayı ve mümkünse bir kullanımın ardından başka bir kullanıma tahsis etmeyi içerir. İnşaat sektöründe, sökülen çelik kirişlerin hurdaya gitmeden başka projelerde tekrar kullanılması buna örnek olarak verilebilir. Recycle, döngüsel ekonominin kalbinde yer alan hurda geri dönüşümüdür; atıl durumdaki çelik malzemenin tekrar çeliğe dönüştürülerek üretim sürecine katılmasıdır. Türkiye’nin bu alandaki avantajı büyüktür ancak hurda tedarikinin sürekliliği ve kalitesi kritik bir mesele olmaya devam etmektedir. Özellikle Avrupa’da döngüsel ekonomi hamleleriyle hurdadan çelik üretimine yönelim arttıkça, Türkiye’nin ithal hurda bulma konusunda zorluk yaşayabileceği değerlendirilmektedir (SHURA, 2024). Bu nedenle, gerek yurtiçinde hurda toplama ve işleme altyapısının geliştirilmesi, gerekse uluslararası hurda ticaretinde çevresel standartların iyileştirilmesi konularında politikalar gerekecektir. Recover, 4R içinde bazen atıkların enerjiye dönüştürülmesi veya süreçlerden çıkan ısının geri kazanılması gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Demir-çelik tesislerinde yüksek fırın gazlarının değerlendirilmesi veya prosesten çıkan atık ısının yakındaki bir tesisin ihtiyacını karşılaması, recover yaklaşımının bir parçasıdır.
Döngüsel ekonomi stratejileri, çelik sektöründe karbon emisyonlarını azaltmanın yanı sıra hammadde ithalat maliyetlerini de düşürecektir. Ancak tek başına 4R yaklaşımı, çelik sektörünü net-sıfır emisyona taşımak için yeterli olmayabilir. Bu nedenle eş zamanlı olarak yeşil çelik üretimine geçişi sağlayacak teknolojik dönüşüm stratejileri de devreye alınmalıdır (European Commission, 2023). Bu bağlamda, yüksek fırınların yerini alabilecek Doğrudan İndirgeme (DRI) + elektrik ark ocaklı sistemler ve hidrojen kullanımına dayalı çelik üretimi pilot ölçekte denenmelidir. Avrupa’daki büyük çelik üreticileri, 2030’lardan itibaren fosil yakıt yerine yeşil hidrojenle çalışan DRI tesislerini devreye almak üzere yatırımlara başlamıştır. Türkiye’nin de benzer bir vizyon ortaya koyarak, özellikle entegre tesislerini hidrojen uyumlu hale getirme planlarını şimdiden tasarlaması gerekir. Yeşil hidrojen kullanımı, hurdadan üretimle birlikte düşünüldüğünde çelik sektörünün iki temel karbonsuzlaşma yolundan biridir.
Sanayi politikası perspektifinden bakıldığında, çelik sektöründe katma değeri artırmak da çevresel hedeflerle uyumlu bir stratejidir. SHURA’nın analizine göre, Türkiye’de üretilen çeliğin önemli bir kısmı düşük katma değerli uzun ürün formundadır ve büyük ölçüde inşaat sektörüne yöneliktir (SHURA, 2024). Yeşil dönüşüm sürecinde, ürün gamının daha yüksek katma değerli yassı (düz) ürünler ve özel alaşımlara kaydırılması hem gelir artışı getirecek hem de karbon yoğunluğunu azaltacaktır. Yassı ürün üretimi, otomotiv, beyaz eşya gibi sektörlerin ihtiyacını karşıladığı için ithalatı ikame etme potansiyeline de sahiptir (SHURA, 2024). Bu dönüşümü teşvik etmek üzere, yassı ve özel ürün yatırımlarına yönelik vergi indirimleri, yatırım teşvikleri ve AR-GE destekleri sağlanabilir. Böylece Türkiye, döngüsel ekonomiyi merkeze alan ve yüksek katma değer üreten bir “yeşil çelik” stratejisini hayata geçirebilir. Bu strateji, CBAM sonrasında AB pazarında rekabet gücünü korumanın da anahtarı olacaktır; zira düşük emisyonlu ve sürdürülebilir malzemelere talep hızla artmaktadır. Özetle, çelik sektörü için 4R yaklaşımını teknolojik inovasyon ve ürün stratejileriyle birleştiren bütüncül bir politikaya ihtiyaç vardır.
Yeşil hidrojen, özellikle karbon yoğun sanayi kollarının karbonsuzlaştırılmasında kritik bir rol oynayabilecek bir enerji taşıyıcısıdır. Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefi perspektifinde bakıldığında, demir-çelik, kimya (özellikle gübre ve petrokimya) ve çimento gibi sektörlerde fosil yakıtların yerini yeşil hidrojene bırakması, uzun vadede kaçınılmaz görünmektedir (SHURA, 2025). Yeşil hidrojen kullanımının başlıca avantajları arasında, sürece ilişkin emisyonları sıfıra indirmesi ve ithal kömür/doğalgaz bağımlılığını azaltarak enerji güvenliğine katkı sağlaması sayılabilir (SHURA, 2025). Ancak hidrojen ekosisteminin kurulumu, üretimden depolama ve dağıtıma, oradan nihai kullanıma kadar bütüncül bir planlama gerektirir.
“Clover yaklaşımı” adıyla anılan model, yeşil hidrojen değer zincirinin dört yapraklı bir yonca misali entegre şekilde ele alınmasını ifade etmektedir. Bu yaklaşımda yoncanın her bir yaprağı üretim, altyapı, kullanım ve inovasyon boyutlarını temsil eder. İlk yaprak olan üretim için, yenilenebilir enerji kaynaklarından (güneş, rüzgâr) elektroliz yoluyla hidrojen üretecek kapasitenin geliştirilmesi esastır. Türkiye’nin özellikle rüzgâr enerjisinde yüksek potansiyelli bölgelerinde (Trakya, Ege, Güney Marmara gibi) yeşil hidrojen üretim merkezleri kurulabilir. İkinci yaprak, altyapı ve depolamadır; hidrojenin güvenli biçimde depolanması (örneğin basınçlı tanklar, yeraltı tuz kaviteleri) ve nakli (boru hatları veya tüplerle) için standartların ve yatırımların belirlenmesi gerekir. Üçüncü yaprak, kullanım alanlarıdır. Demir-çelik sektörü doğrudan indirgeme yöntemiyle hidrojen kullanımına adapte edilebilir; gübre sanayi (amonyak üretimi) yeşil hidrojene dayalı hale getirilebilir; cam ve seramik fırınlarında doğalgaz yerine hidrojen yakılması pilot ölçeklerde denenebilir (SHURA, 2025). Taşımacılıkta da özellikle ağır vasıta ve deniz taşımacılığında yakıt olarak amonyak/hidrojen kullanımı gündeme gelecektir. Yoncanın dördüncü yaprağı ise inovasyon ve insan kaynağı boyutudur; hidrojen teknolojilerinde yerli üretim, AR-GE ve yetkin iş gücü yetiştirilmesi, ekosistemin sürdürülebilirliği için şarttır.
Kümelenme modelleri, yeşil hidrojenin geliştirilebilmesi için pratik ve verimli bir yol sunar. Hidrojen vadileri ya da bölgeleri olarak da anılan bu kümelerde, üreticiler ile tüketiciler coğrafi olarak yakın konumlandırılarak altyapı maliyetleri paylaşılıp ölçek ekonomisi sağlanır. Dünya genelinde halihazırda 30’dan fazla ülkede yaklaşık 89 hidrojen vadisi projesi bulunmakta ve bunlar üretim, dağıtım ve kullanım tesislerini entegre etmektedir (SHURA, 2025). Türkiye’nin de ilk hidrojen vadisi girişimi, 2023 yılında başlatılan “Güney Marmara Hidrojen Kıyısı (HYSouthMarmara)” projesidir (Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, 2023). Bu projede Balıkesir ve Çanakkale bölgelerinde rüzgâr enerjisiyle hidrojen üretip bunu rafineri, gübre fabrikası, cam fabrikası gibi tesislerde kullanma hedefi bulunmaktadır. Örneğin, projeye ortak olan Şişecam, düz cam üretiminde doğalgaz yerine hidrojen yakıt kullanımını test etmeyi planlamaktadır. Bu tür bir bölgesel pilot, ülkemizdeki hidrojen kümelenmesinin öğrenme merkezi olacak ve ileride diğer endüstri bölgelerine benzer modellerin yaygınlaştırılması için yol gösterecektir.
Yeşil hidrojenin yaygınlaştırılması için kamu politikasının burada da yönlendirici bir rolü olmalıdır. İlk etapta maliyet farkı nedeniyle rekabetçi olamayan hidrojen çözümleri için teşvik mekanizmaları devreye konabilir. Örneğin, belirli bir miktar yeşil hidrojen kullanımını taahhüt eden sanayi tesislerine enerji maliyet desteği verilebilir veya hidrojen üreticilerine kullanım garantisi sunulabilir. Uluslararası iş birlikleri de bu alanda önem taşır; Avrupa’yla geliştirilecek yeşil hidrojen ticareti rotaları veya finansman ortaklıkları (örneğin IPCEI projeleri kapsamında) Türkiye’nin hidrojen ekonomisine entegrasyonunu hızlandırabilir. Ayrıca mevzuat boyutunda, hidrojenin gaz şebekelerine karıştırılması, sertifikasyon (garanti menşei sistemi) ve güvenlik standartları gibi konular düzenlenmelidir. Clover yaklaşımının başarıya ulaşması, tüm bu unsurların uyum içinde ilerlemesiyle mümkün olacaktır. Sonuç olarak, yeşil hidrojen Türkiye sanayisinin uzun vadeli dönüşüm hikâyesinde kilit bir yerde konumlanmakta; doğru planlama ve kümelenme stratejileriyle hem yurtiçi karbonsuzlaşmaya hem de potansiyel bir yeni ihracat kalemine dönüşme potansiyeli taşımaktadır.
Sanayide dijital dönüşüm ile yeşil dönüşüm arasında güçlü bir sinerji bulunmaktadır. Bu iki dönüşümün eş zamanlı olarak gerçekleştirilmesi, literatürde “ikiz dönüşüm” olarak adlandırılmakta ve sürdürülebilir kalkınma açısından çift yönlü fayda sağladığı vurgulanmaktadır. Dijital teknolojilerin imalat süreçlerine entegre edilmesi, bir yandan verimlilik artışları ve maliyet düşüşleri getirirken diğer yandan enerji tüketimini ve atıkları azaltarak çevresel performansı iyileştirebilir.
Nesnelerin interneti (IoT), yapay zeka ile veri analitiği, robotik otomasyon, dijital ikizler ve otonom sistemler gibi Endüstri 4.0 kapsamındaki temel unsurlar, üretim tesislerinde kaynakların çok daha etkin kullanılmasına olanak tanır. Örneğin, bir fabrika üretim hattında IoT sensörlerinin kullanılmasıyla makinelerin enerji tüketimi gerçek zamanlı izlenebilir ve gereksiz enerji kullanımının önüne geçilebilir. Yapay zeka destekli bakım sistemleri sayesinde ekipman arızaları tahmin edilerek önleyici bakım yapılabilir, böylece hem duruş süreleri azalır hem de ekipman ömrü uzatılır ve bu da dolaylı olarak malzeme tasarrufudur. Dijital ikiz teknolojisi, bir tesisin sanal modelinin oluşturulup süreç simülasyonları yapılmasına imkan tanıyarak, üretim optimizasyonu ve emisyon azaltımı için farklı senaryoları düşük maliyetle test etmeyi sağlar. Tüm bu uygulamalar, enerji yoğun sektörlerde birim üretim başına tüketilen enerji ve su miktarını azaltarak karbon ayak izini küçültecektir.
Akıllı şebekeler ise enerji sisteminin dijital dönüşümünün bir parçasıdır ve sanayi tesislerinin elektrik arz-talep dengesine etkin katılımını mümkün kılar. Geleneksel elektrik şebekelerinde tüketici pasif bir alıcı iken, akıllı şebekelerde çift yönlü iletişim sayesinde sanayi tesisleri de birer aktif oyuncu haline gelir. Örneğin, bazı büyük fabrikalar esnek tüketim yapabilmektedir: Şebekede elektrik talebi zirve yaptığı anlarda tesis geçici olarak tüketimini azaltıp veya varsa batarya sisteminden faydalanıp yük dengelemesine katkı sunabilir, talebin düşük olduğu zamanlarda ise üretimini artırabilir. Bu tür talep tarafı katılımı uygulamaları, yenilenebilir enerji kaynaklarının dalgalı üretimine uyum sağlamayı kolaylaştırır ve fosil yakıtlı yedek kapasite ihtiyacını düşürür. Türkiye’de elektrik piyasasında yakın dönemde devreye giren Yenilenebilir Enerji Kaynak Garantisi sistemi (YEK-G) ve planlanan esnek tüketim tarifeleri, bu entegrasyonu teşvik edecek araçlardır (Özenç vd., 2024).
Dijital-yeşil entegrasyonun somut bir örneği de elektrikli araçlar (EA) ile sanayi-enerji sisteminin etkileşimidir. Ulaştırma sektörünün elektriklenmesi, bir yandan sanayi için yeni bir ürün gamı (elektrikli araç ve batarya üretimi gibi) anlamına gelirken, diğer yandan sanayi tesislerinin enerji talep profillerini ve şebeke kullanımını da etkileyecektir. Yapılan projeksiyonlar, 2030’a gelindiğinde Türkiye’de yüz binlerce elektrikli aracın şebekeye bağlı olacağını göstermektedir (SHURA, 2023). Akıllı şebeke altyapısı sayesinde bu araçlar, sadece tüketici olmayıp gerektiğinde depolanmış enerjiyi şebekeye geri verebilen (vehicle-to-grid, V2G) bir kaynak haline gelebilir. Böylelikle sanayi bölgelerinde pik saatlerde şebeke gerilimi desteklenebilir veya fazla yenilenebilir üretimin olduğu zamanlarda araçlar şarj edilerek şebeke dengesi sağlanabilir. Bu tür uygulamalar hem ulaşımın hem sanayinin karbonsuzlaşmasını bütüncül bir yaklaşımla ele almanın önemini ortaya koymaktadır.
Türkiye sanayisinin dijital olgunluk seviyesi henüz arzulanan düzeyde olmamakla birlikte, son yıllarda özellikle büyük ölçekli firmalarda Endüstri 4.0 yatırımları hızlanmıştır. Yeşil dönüşüm politikalarıyla dijital dönüşüm politikalarını uyumlu şekilde yürütmek, bu yatırımların çevresel faydasını maksimize edecektir. Örneğin, bir destek programı tasarlanırken, sadece üretimde dijital teknoloji kullanımına destek vermek yerine aynı zamanda enerji verimliliği getiren dijital projelere öncelik tanınması sağlanabilir. Organize Sanayi Bölgeleri’nde ortak veri altyapıları ve enerji izleme sistemleri kurulması, KOBİ’lerin de bu entegrasyondan faydalanmasını mümkün kılar. Ayrıca iş gücü boyutunda hem dijital becerilere hem de yeşil üretim bilgisine sahip “melez” bir insan kaynağına ihtiyaç vardır; mesleki eğitim programları bu doğrultuda güncellenmelidir.
Sonuç olarak, dijital dönüşüm ile yeşil dönüşüm birbirini destekleyen ikiz süreçlerdir ve birlikte ele alındıklarında sanayide dönüşümü hızlandıracak çarpan etkisi yaratırlar. Akıllı fabrikalar ve akıllı şebekeler, geleceğin düşük karbonlu sanayi sisteminin altyapısını oluşturacaktır. Türkiye, sanayi stratejisinde dijital-yeşil entegrasyona öncelik vererek hem rekabetçiliğini artırabilir hem de 2030 ve ötesi emisyon hedeflerine daha kolay ulaşabilir. Bu kapsamda atılacak adımlar, sadece bugünün çevresel gerekliliklerine yanıt vermekle kalmayacak, aynı zamanda Endüstri 5.0 gibi ufukta beliren insan ve çevre odaklı sanayi kavramlarına da hazırlık niteliğinde olacaktır (European Commission, 2023).
Yeşil sanayi politikası tasarımı ve uygulanması, karmaşık bir yönetişim yapısını gerekli kılar. Bu dönüşüm, sadece merkezi hükümetin tek başına başarabileceği bir program olmaktan ziyade, uluslararası kuruluşlardan yerel yönetimlere, özel sektörden sivil topluma birçok aktörün eşgüdüm içinde hareket etmesini zorunlu kılar. “Çok katmanlı yönetişim”, iklim ve sanayi politikalarının küresel, ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde uyumlu bir şekilde geliştirilmesini ifade eder. Türkiye’nin hem AB Yeşil Mutabakatı ve Paris Anlaşması gibi uluslararası çerçevelere entegre olması, hem ulusal düzeyde sağlam bir politika seti oluşturması, hem de bölgesel kalkınma planları ve belediye düzeyinde iklim eylemlerini teşvik etmesi gerekmektedir.
Uluslararası katmanda, Türkiye özellikle AB ile entegrasyona önem vermektedir. SKDM, ETS gibi uygulamalarda uyum sağlanması bunun bir örneği olduğu gibi, yeşil teknolojilerde standartların, ölçümleme ve raporlama yöntemlerinin uluslararası normlarla uyumu da kritik olacaktır (Ülgen & İltutmuş, 2025). Ayrıca sınır ötesi altyapı projeleri (elektrik enterkoneksiyonları, hidrojen ihracat rotaları vb.) çok katmanlı yönetişim yaklaşımıyla planlanmalıdır. Ulusal katmanda, önceki bölümlerde belirtilen İklim Kurulu gibi oluşumlar, bakanlıklar arası koordinasyonu ve kamu-özel sektör istişaresini kurumsallaştırarak karar alma süreçlerini iyileştirecektir. Bunun yanı sıra, sektörel yol haritaları hazırlanırken Sanayi ve Teknoloji, Enerji, Ticaret, Ulaştırma, Tarım gibi farklı bakanlıkların politikalarının aynı hedef doğrultusunda senkronize edilmesi şarttır. Örneğin, sanayide elektrifikasyon ve yenilenebilir kullanımını arttırmayı amaçlayan bir politika, enerji arz tarafında gereken şebeke yatırımı planlarıyla eşzamanlı düşünülmelidir. Bu da kurumlar arası planlama uyumu gerektirir.
Yerel yönetimler ve bölgesel düzey de yeşil sanayi dönüşümünün önemli aktörleridir. Organize Sanayi Bölgeleri’nin yeşil dönüşüm planları yapması, şehirlerin sanayi kaynaklı emisyonları izleyip kontrol altına alacak programlar geliştirmesi bu yönetişim katmanının parçasıdır. Örneğin, bir belediye sınırları içindeki sanayi tesislerinin atık ısılarının bölgesel ısıtma sistemlerinde kullanılması veya OSB içinde bir ortak atık su geri kazanım tesisi kurulması, yerel düzeyde verilebilecek kararlardır. Bu tür girişimlerin başarılı olması için merkezi hükümetin yönlendirici mevzuat çıkarması kadar, yerel aktörlerin de kapasite geliştirmesi gerekir. Çok katmanlı yönetişim, bu anlamda, dikey (merkezi-yerel) ve yatay (farklı sektörler ve paydaşlar arası) koordinasyon mekanizmalarının etkin işlemesi demektir.
Gömülü özerklik (embedded autonomy) kavramı, yeşil sanayi politikasının uygulanmasında devletin rolünü tanımlamak için sıklıkla kullanılan bir terimdir (Evans, 1995). Anlamı, devletin bir yandan özel sektör ve toplumla yakın, “iç içe” ilişkiler kurarak onlardan geri bildirim alması ve ortak çalışması, ancak diğer yandan da belli bir özerklik ve tarafsızlık payını koruyarak uzun vadeli kamusal çıkarlar doğrultusunda yön verebilmesidir. Yeşil dönüşüm, kısa vadeli bazı maliyetler içerdiği için, devletin burada öncü bir değişim aktörü olması gerekir. Gömülü özerklik yaklaşımı çerçevesinde, kamu otoriteleri sanayi kesimiyle sürekli bir diyalog halinde olmalı, dönüşümün zorluklarını ve ihtiyaçlarını sahadan öğrenerek politikalarını güncellemelidir. Örneğin, bir düşük karbon teknolojiye geçiş için sanayicinin ihtiyaç duyduğu teşvikler veya karşılaştığı teknik sorunlar, düzenli istişarelerle anlaşılabilir. Ancak aynı devlet, popülist baskılar veya dar grup menfaatleri karşısında da özerk durabilmeli; bilimsel veriler ve ülke genelinin refahı neyi gerektiriyorsa onu yapabilmelidir. Bu denge, başarılı sanayi politikalarının tarihi tecrübelerinde kritik bir faktör olarak ortaya çıkmıştır (Evans, 1995).
Türkiye için gömülü özerkliğin pratiğe yansıması, kamunun hem destekleyici hem de düzenleyici rolünü dengeli icra etmesiyle olacaktır. Yeşil sanayi dönüşümünde devlet, özel sektörü teşvik eden, yol gösteren bir kolaylaştırıcıdır; ancak gerektiğinde çevresel standartları zorlayıcı şekilde uygulayan bir denetleyici de olmak durumundadır. Örneğin, enerji verimliliği yatırımlarına hibe veren bir kamu, aynı zamanda belirli bir tarihten sonra verimsiz ekipmanların kullanımını yasaklayarak standart koymalıdır. Bu ikili rol, sanayi kesiminin dönüşümüne yön verirken rekabetçiliklerinin korunmasını da sağlar. Gömülü özerklik ayrıca beşeri sermaye ve kurumsal kapasite boyutuna da vurgu yapar: Kamuda, özel sektörü anlayan ama kamu yararını önceleyen nitelikli bir kadronun varlığı başarının ön koşullarındandır. Bu nedenle Türkiye’nin yeşil sanayi politikasını hayata geçirecek kurumlarının (İklim Değişikliği Başkanlığı, ilgili bakanlık birimleri vb.) uzmanlık kapasitesinin artırılması, teknik bilgi ile donatılması gerekmektedir.
Sonuç itibarıyla, yeşil dönüşüm için çok katmanlı ve katılımcı bir yönetişim modeliyle, gömülü özerklik ilkesi ışığında hareket etmek Türkiye’nin sanayi politika tasarımında başarısını belirleyecek unsurlardır. Hem global trendleri ve yükümlülükleri gözeten hem ulusal çıkarları kollayan hem de yerel inisiyatifleri teşvik eden bir yaklaşımla sanayi politikamız çağın gereklerine uygun hale gelebilecektir. Böylece kamu ile özel sektör arasında güvene dayalı bir iş birliği tesis edilerek, Türkiye sanayisinin düşük karbon ekonomisinde rekabetçi ve dirençli bir konuma ulaşması sağlanacaktır.