Teknolojik yenilikler ve yeşil dönüşüm, iş gücü becerilerini ve organizasyon kültürlerini de doğrudan etkiliyor. Geleneksel iş modelleri yerini daha çevik, dijital odaklı ve iş birliğine dayalı yaklaşımlara bırakırken, çalışanlardan da yeni beceriler talep ediliyor. Veri analizi, yapay zekâ sistemlerini yönetme, robotik süreç otomasyonu gibi teknik yetkinlikler kadar; yaratıcılık, problem çözme, iletişim ve adaptasyon gibi insana özgü beceriler de kritik hale geliyor.
Ayrıca, çalışma biçimlerinde yaşanan değişimler (örneğin uzaktan veya hibrit çalışma modelleri), kuruluşların insan kaynakları stratejilerini yeniden tanımlamasına yol açıyor. Bu durum, sadece çalışanların eğitim ve gelişim planlarını değil, aynı zamanda kurumsal değerleri, liderlik anlayışını ve motivasyon mekanizmalarını da yeniden kurgulamayı gerektiriyor. Yeni nesil sanayide insan faktörü, teknolojiyle rekabet eden değil, teknolojiden güç alan bir konumda yer alıyor.

Sanayinin geleceğini şekillendirecek dönüşüm dinamikleri tartışılırken, dijitalleşme ve yeşil dönüşüm gibi teknoloji ve sürdürülebilirlik odaklı trendlerin sıkça vurgulandığı görülüyor. Ancak, küresel analizler gösteriyor ki tüm bu gelişmelerin odağında aslında toplum ve insan bulunmaktadır. Nitekim Dünya Ekonomik Forumu gibi kuruluşların anketlerinde, işletmeler dijitalleşme ve sürdürülebilirlik kadar sosyal meselelerin ve demografik değişimlerin de iş dünyasının dönüşümünde belirleyici olacağını belirtmektedir. Örneğin WEF’in 2024 yılındaki anketine katılan işletmelerin %46’sı sosyal konulara daha fazla odaklanılmasının, %40’ı çalışma çağındaki nüfusun yaşlanması ve azalmasının, işlerinin yönünü etkileyeceğini düşünüyor (Şekil 1).
Şekil 1: WEF İşlerin Geleceği Anketine katılan işverenlerden, belirtilen eğilimin iş dönüşümünü yönlendirme olasılığının yüksek olduğunu belirtenlerin oranı (%, 2024)
Kaynak: WEF İşlerin Geleceği Raporu 2025.
iSO Stratejik Dönüşüm Merkezi bünyesinde yapılan Ufuk Taraması çalışması, sanayinin geleceğine yön veren beş ana dönüşüm dalgası tanımlamıştır:
Toplumsal potansiyel, bir toplumun veya ulusun kendi koşullarını iyileştirme ve üyelerine daha fazla refah, eşitlik, sürdürülebilirlik ve yaşam kalitesi sunma yönünde evrimleşme kapasitesi olarak tanımlanabilir. Diğer bir deyişle toplumsal potansiyel, bir toplumun içinde barındırdığı gelişim imkânlarının toplamıdır. Üretim perspektifinden bakıldığında ise toplumsal potansiyel, toplumun değişime uyum sağlama becerisini geliştirmesi ve toplumun tüm kesimleri için istihdam yaratma kapasitesi olarak vurgulanır. Bu kavram, ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği için toplumdaki insan kaynağının yetkinliklerini ve katkı kapasitesini artırmayı hedefleyen bir bakış açısını yansıtır. İnsan-odaklı dönüşüm ise dönüşüm stratejilerinin merkezine insanı yerleştiren bir yaklaşımdır. Bu kavram, yukarıda bahsedilen "insan odaklı dalga" perspektifine dayanarak, endüstrilerin gelecekte ortaya çıkacak işgücü trendlerine ve toplumsal değişimlere zamanında yanıt verebilmesini amaçlar. İnsan-odaklı dönüşüm, teknolojik ve ekonomik ilerlemelerin insan refahı, beceri gelişimi ve toplumsal dengeler gözetilerek yürütülmesini ifade eder. Bu yaklaşımda, teknolojik yeniliklerin getirebileceği olumsuz etkilerin (örneğin iş kayıpları, eşitsizlikler veya sosyal dışlanma) önceden tespit edilip düzeltici politikalarla giderilmesi esastır. Kısaca, insan-odaklı dönüşümde başarı kriteri, ekonomik dönüşümün toplumsal faydayı artıracak ve kimseyi geride bırakmayacak şekilde gerçekleşmesidir. Toplumsal potansiyel ve insan-odaklı dönüşüm kavramları, sanayide dönüşümü planlarken stratejik açıdan kritik bir önem taşır. İnsan unsurunu merkeze alan dönüşüm, bir yandan teknolojinin etkin kullanımını sağlarken diğer yandan bu dönüşümün insan sermayesini geliştirecek biçimde gerçekleşmesine odaklanır. Doğru uygulandığında, insan-odaklı yaklaşımlar işgücü verimliliğini artırabilir, insan yetenekleri ile yapay zekâ ve otomasyon gibi teknolojileri tamamlayıcı hale getirerek yenilikçiliği tetikleyebilir. Gerçekten de insan ile makine arasında simbiyotik bir çalışma düzeni kurulması hem üretkenliği hem de esnekliği yükselten bir etki yaratır. Ayrıca çalışanların yetkinliklerini sürekli geliştirmeye yatırım yapan, onların sağlığını ve motivasyonunu gözeten şirketler uzun vadede daha dirençli ve uyum kabiliyeti yüksek olacaktır. Bu yönüyle insan-odaklı dönüşüm, sadece toplumsal bir gereklilik olmakla kalmayıp sanayinin rekabet gücünü ve sürdürülebilirliğini artırmanın da anahtarıdır.
Öte yandan, kapsayıcı, uyumlu ve geleceğe hazır bir insan merkezli sistem inşa etme yolunda önemli gerilimler ve paradokslar da mevcuttur. Bu zorlukların anlaşılması hem toplumsal potansiyelin açığa çıkarılması hem de sanayide insan-odaklı dönüşümün başarılı olması için kritik önemdedir. Başlıca gerilim noktaları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Şekil 2: Şirket beyanına göre beceri açığı sorunu
Kaynak: WEF, Avrupa Komisyonu.
Yukarıdaki kavramsal çerçeve, toplumsal potansiyelin harekete geçirilmesi ve insan-odaklı dönüşümün gerçekleştirilmesi için hem fırsatları hem de dikkat edilmesi gereken zorlukları ortaya koymaktadır. Bu temel tanımlar ve analizler, raporun devamında ele alınacak olan dönüşümün itici unsurları, dönüşümün insan hayatı ve toplum üzerine etkileri ile bu dönüşümü hayata geçirebilmek için uygulanabilir stratejiler konularına zemin hazırlayacaktır. Böylece, sanayide insan merkezli bir dönüşümün nasıl gerçekleştirilebileceğine dair derinlemesine incelemeler, bu kavramsal çerçevenin ışığında şekillendirilecektir.
Sanayi ve toplumun insan-odaklı bir dönüşüm geçirebilmesi için, hem sosyo-ekonomik hem de teknolojik alandaki büyük ölçekli dinamikler yakından incelenmelidir. Demografik değişimler, işgücü piyasasındaki eğilimler, gelir dağılımı ve refah sistemlerindeki gelişmeler gibi toplumsal faktörler; yapay zekâ, robotik, biyoteknoloji, blokzincir ve AR/VR gibi yeni teknolojilerle birleşerek dönüşümün yönünü ve hızını belirlemektedir. Bu bölümde, insan-odaklı dönüşümün itici güçleri ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. Amaç, bu güçlerin sanayi politikaları ve toplumsal gelişme potansiyeli üzerindeki etkilerini analiz etmek ve insan-merkezli bir endüstriyel dönüşüm için nasıl bir zemin oluşturduklarını ortaya koymaktır.
2.1. Sosyo-Ekonomik Faktörler
Şekil 3: Yükselen ekonomilerin INSEAD Küresel Yetenek Çekiciliği Endeksi sıralama değişimi
Kaynak: INSEAD, FutureAlly analizi.
Küresel ölçekte nüfus dinamikleri, dönüşümün önemli bir tetikleyicisidir. Birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomide doğurganlık oranları düşerken, yaşam sürelerinin uzamasıyla nüfus yapısı hızla yaşlanmaktadır. Türkiye de bu trendin dışında değil; yıllardır avantaj olarak görülen demografik fırsat penceresi kapanmaya yüz tutmuştur. Ülkenin medyan yaşı yükselmekte, nüfus artış hızı ve doğal artış oranı gerilemektedir. Nitekim Türkiye’de demografik canlılığın azalmaya başladığı, uzun yıllar süren genç nüfus avantajının yerini yaşlanma olgusuna bıraktığı gözlenmektedir. Bu değişim, çalışma çağındaki nüfusun toplam nüfus içindeki payını düşürerek işgücü arzını kısıtlamaktadır. Sonuç olarak, ülkeler arasında vasıflı işgücü için bir yetenek yarışı başlamıştır. Çalışabilir yaştaki hareketli bir küresel nüfusu çekme yarışı, özellikle nüfusu yaşlanan ülkeler için kritik hale gelmiştir. Türkiye’nin küresel yetenek çekiciliği endekslerinde oldukça gerilerde olması da dikkat çekicidir; INSEAD Küresel Yetenek Rekabet Endeksi 2023 sonuçlarına göre Türkiye 134 ülke arasında yetenek çekiciliği bileşeninde 107. sıradadır. Yetenek rekabetçiliği genel endeksi sıralamasının 2013-2018 dönemi ve 2019-2023 ortalamaları kıyaslandığında Türkiye’nin yükselen diğer ekonomilere kıyasla rekabetçiliği düşük ve gerileyen ülkeler arasında olduğu görülüyor (Şekil 3). Türkiye’nin bu endekste 2013-2023 dönemi boyunca verisi bulunan 113 ülke arasında 2019-2023 dönemi sıralama ortalaması 70 olup, 2013-2018 dönemine kıyasla 2019-2023 dönemindeki ortalama sıralaması 9 gerilemiştir. Dolayısıyla ülkenin nüfusu yaşlanırken, yabancı yetenekleri cezbetme ve kendi yetişmiş insan kaynağını elde tutma kabiliyetini artırması gerekmektedir.
Aksi takdirde, demografik değişimin azalan işgücü ve uzman açığı gibi olumsuz etkileri sanayide dönüşüm potansiyelini baltalayabilir.
Öte yandan, Türkiye’de gözlemlenen beyin göçü eğilimleri de demografik yapıyla bağlantılı olarak dönüşüm kapasitesini etkiliyor. Yükseköğretim mezunları arasında yurtdışına gidenlerin oranı yıllar içinde artmaktadır: 2015’te %1,57 olan yükseköğretim beyin göçü oranı, 2023’te %1,99’a yükselmiştir. Üstelik, ülkenin gelecekteki dönüşüm dalgaları için kritik önemde olan bazı alanlarda bu oran çok daha yüksektir. Örneğin genetik bölümü mezunlarının %17,9’u, elektronik, matematik, bilgisayar ve yazılım mühendisliği mezunlarının ise yaklaşık %7-9’u yurtdışına yerleşmiştir (Şekil 4). Tam da sanayinin ihtiyaç duyduğu bu yetenekli insan kaynağının kaybı, Türkiye’nin insan-odaklı dönüşüm potansiyelini sınırlayabilecek bir risk faktörüdür. Bu nedenle, demografik değişimlere uyum sağlamak ve avantajlara çevirebilmek için yetenek gelişimi ve göç politikaları kritik hale gelmektedir. Nüfusu yaşlanan ülkeler, bir yandan çalışma çağını uzatmak ve emeklilik sistemlerini reforme etmek (emeklilik yaşını yükseltmek, bireysel emeklilik fonlarını teşvik etmek gibi) durumunda kalırken, diğer yandan dışarıdan genç ve nitelikli işgücünü çekme yarışına girmektedir.
Şekil 4: Tamamladıkları bölüme göre yükseköğretim mezunlarının beyin göçü oranı (%, 2023)
Kaynak: TÜİK. Not: 2008-2017 döneminde ülkemizdeki üniversitelerden mezun olup 2018-2022 döneminde en az 3 yıl ve 2023’te kati surette yurt dışında yaşayanların oranı.
İşgücü piyasasındaki gelişmeler ve verimlilik trendleri, sanayinin dönüşümünde belirleyici bir diğer sosyo-ekonomik güçtür. Öncelikle, küresel ekonomide teknolojiye dayalı sermaye yatırımlarının hızlanmasıyla birlikte işgücünün uyum sağlaması zorunluluğu artmaktadır. Sektörel farklılıklar sebebiyle bazı sektörlerde otomasyona geçiş daha hızlı olurken, diğerlerinde geride kalmak işgücü hareketliliğini tetiklemektedir. İşçiler bir sektörden diğerine kaymak zorunda kalabilir ve bu geçişlerin başarılı olabilmesi için yeniden eğitim, sürekli beceri geliştirme ve yaşam boyu öğrenme kritik önem taşır. Türkiye’de dijital dönüşüme uyum için mevcut işgücünün becerilerinin geliştirilmesi önemli bir gereklilik olarak ortaya konmaktadır. Ancak mevcut durumda Türkiye, temel dijital becerilerde nüfus yeterliliği açısından Avrupa ortalamasının gerisindedir: Nüfusun yalnızca %10,6’sı dijital becerilerde ileri seviyede iken aynı oran AB ortalamasında %27,3’tür (Şekil 5). Bu beceri açığı, sanayi işletmelerinin dönüşümünü de zorlaştırmaktadır. Nitekim Avrupa İstatistik Ofisi’nin 2023 anketi sonuçlarına göre Türkiye’de firmaların %55’i son iki yılda ihtiyaç duydukları niteliklere sahip personel bulmakta zorlandıklarını ifade etmiştir. Benzer şekilde ABD ve Avrupa’nın büyük ekonomilerinde de şirketlerin yarısından çoğu yetenek bulma zorluğu bildirilmektedir. Bu durum, işletmeleri küresel yetenek havuzundan yararlanmaya zorlamakta ve ülkeler arası yetenek rekabetini körüklemektedir. Yani işgücü piyasasında nitelikli çalışan talebi arzın önüne geçmekte, bu da hem ücret politikalarını hem de eğitim-istihdam planlamalarını etkilemektedir.
Şekil 5: Türkiye ve AB27 ortalamasında nüfusun dijital beceri düzeylerine dağılımı (%, 2023)
Kaynak: Avrupa İstatistik Ofisi. Not: Beş dijital beceri alanı şunlardır: 1) Bilgi ve veri okuryazarlığı, 2) iletişim ve iş birliği, 3) dijital içerik oluşturma, 4) güvenlik, 5) problem çözme.
Verimlilik cephesine bakıldığında, Türkiye örneğinde son yıllarda işgücü verimliliği artışının durma noktasına geldiği görülmektedir. Toplam faktör verimliliği endeksine göre Türkiye 2013’ten bu yana kayda değer bir verimlilik artışı sağlayamamıştır. Hatta Türkiye’nin işgücü verimliliği düzeyi (saat başına düşen GSYİH, satın alma gücü paritesine göre) sadece yüksek gelirli ekonomilerin değil, benzer üst-orta gelir grubundaki birçok ülkenin de gerisinde kalmaktadır. Bu verimlilik açığı, sanayinin rekabet gücü ve geleceğe hazırlık kapasitesi açısından ciddi bir uyarı niteliğindedir. Önümüzdeki dönemde dijitalleşme ve yeşil dönüşüm gibi yıkıcı dalgaların etkisiyle rekabet koşulları daha da zorlaşacakken, Türkiye’nin 2010’ların ortasından beri süregelen durgun verimlilik performansı bir zorluk oluşturuyor. Sanayi şirketleri açısından verimliliği artırmak, sadece kârlılık için değil aynı zamanda kalifiye işgücünü elde tutmak ve yeni yatırımları çekmek için de kritik olacak. Özetle, işgücü piyasasında verimlilik odaklı dönüşüm (örneğin daha nitelikli işlere geçiş, beceri gelişimi ve teknolojiyle desteklenmiş iş süreçleri) insan-odaklı sanayi dönüşümünün temel yapı taşlarından biridir.
Toplumsal potansiyelin tam olarak ortaya çıkması ve sanayide dönüşümün geniş tabana yayılabilmesi için gelir dağılımındaki durum da belirleyicidir. Gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu veya büyük bir kesimin düşük ücretlerle çalıştığı toplumlarda, dönüşümün getirdiği faydaların adil paylaşımı ve insan odaklı gelişme sekteye uğrayabilir. Türkiye’nin ücret ve gelir dağılımı yapısı bu açıdan incelendiğinde, dikkat çeken bir tablo ortaya çıkmaktadır: Ülkede çalışanların çok büyük bir bölümü asgari ücret düzeyinde gelir elde etmektedir. Eurostat ve TÜİK verilerine göre 2018 yılında Avrupa’da çalışanlar içinde asgari ücretlilerin oranı en yüksek ülke %15,2 ile Slovenya iken, Türkiye’de aynı oran %39,6 olarak hesaplanmıştır.
Son on yılda asgari ücretin avro cinsinden artış oranı da Türkiye’de daha yavaş seyretmiştir. Bu veriler, Türkiye’de işgücü piyasasının düşük ücretler üzerine kurulu bir yapıya sahip olduğunu ve çalışanların büyük bir kısmının gelir açısından kırılgan olduğunu gösteriyor. Gelir dağılımındaki bu bozukluk, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirebilir ve dönüşüm sürecinde ciddi sosyal riskler doğurabilir. Örneğin, düşük gelirli kesimlerin yeni teknolojilere erişimi kısıtlı olabilir, eğitim ve beceri geliştirme yatırımlarına ayıracak imkanları sınırlı kalabilir. Ayrıca, ücretlerin düşük seyretmesi iç talebi de zayıflatarak sanayide üretim artışının sürdürülebilirliğini etkileyebilir. Bununla birlikte, küresel eğilimler ücret bazlı rekabetçiliğin öneminin azalmasına işaret etmektedir; yani uzun vadede kalkınma stratejilerinin ucuz işgücüne dayanmaktan ziyade verimlilik artışına ve inovasyona dayanması gerekecektir. Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerde hem gelir dağılımını iyileştirici sosyal politikalar hem de yüksek katma değerli işlere geçiş, insan odaklı bir dönüşümün toplumsal zeminini güçlendirecektir.
Şekil 6: Avrupa ekonomilerinde asgari ücretin düzeyi ve işgücü piyasasındaki yoğunluğu
Kaynak: Avrupa İstatistik Ofisi, TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketi, FutureAlly analizi.
Toplumsal refah politikaları ve sosyal koruma sistemleri, sanayi toplumunun dönüşümünde arka plandaki önemli itici güçlerdendir. Özellikle emeklilik sistemleri ve sosyal güvenlik yapıları, demografik değişimlerin baskısı altında önemli reformlara ihtiyaç duymaktadır. Yaşlı nüfus oranının artması, emekli maaşları ve sağlık harcamaları gibi sosyal harcamaları büyütürken, çalışma çağındaki nüfusun görece daralması bu harcamaların finansmanını zorlaştırmaktadır. Pek çok ülkede mevcut sosyal kontrat, yani kuşaklararası dayanışmaya dayalı emeklilik ve sosyal yardım sistemi, yeniden değerlendirilmektedir.
Örneğin bazı Avrupa ülkelerinde mevcut emeklilik fonlarının sürdürülebilirliği ciddi bir sorun haline gelmiştir; artan yaşlı nüfus, sosyal devlet bütçelerine ve vergi sistemine ek yük getirmektedir. Bu nedenle Fransa, İtalya, İspanya gibi ülkeler başta olmak üzere bir dizi ülkede emeklilik yaşı kademeli olarak yükseltilmekte, erken emeklilik imkânları kısıtlanmakta ve özel emeklilik tasarrufları teşvik edilmektedir. Benzer şekilde, ABD gibi ülkelerde de sosyal güvenlik sistemi yaşlanan nüfus nedeniyle baskı altındadır; göçmen işgücü belirli boşlukları doldursa bile uzun vadede emeklilik yaşının yeniden düzenlenmesi ve hızla artan sağlık giderlerinin kontrol altına alınması tartışılmaktadır. Türkiye de sosyal koruma sistemini geleceğe hazırlamak durumundadır. Son dönemde emeklilik yaşına dair politikaların popüler tartışma konusu olduğu ülkemizde, uzun vadeli resme bakıldığında genç nüfus avantajının azalmasıyla emeklilik sisteminin mali sürdürülebilirliği önem kazanacaktır. Erken emeklilik uygulamalarının yaygın olması sistem üzerindeki yükü artırırken, aynı zamanda genç nesillerin eğitim kalitesini ve işgücüne katılımını yükseltmek kritik hale gelmektedir. Zira çalışan nüfus üzerindeki bağımlılık oranı arttıkça (her bir çalışanın bakmakla yükümlü olduğu emekli ve çocuk sayısı), hem kamu maliyesi zorlanmakta hem de çalışan kesimin omuzlarındaki yük ağırlaşmaktadır. Bu dengeyi sağlamak için sosyal koruma politikalarının yeniden tasarlanması, aktif yaşlanma politikaları (yaşlıların daha uzun süre üretken kalabilmesi için sağlık ve istihdam imkanları) ve çocuk/yaşlı bakımına yönelik desteklerin kurgulanması gerekecektir. Sosyal refah devleti anlayışının bu yeni gerçeklere göre evrilmesi, insan odaklı dönüşümün toplumsal dayanıklılığını artıracaktır. Özetle, güçlü ve uyarlanabilir bir sosyal koruma ağı olmaksızın, teknolojik dönüşümlerin yaratabileceği olumsuz dışsallıkları (işsiz kalma, gelir kaybı, yoksulluk gibi) telafi etmek mümkün olmayacaktır.
Sosyo-ekonomik dönüşüm faktörlerinin belki de en uzun vadeli etkisi olanı, eğitim sistemindeki değişimler ve bakım ekonomisinin (care economy) geleceğidir. Demografik ve teknolojik değişimler, toplumdaki bilgi ve beceri ihtiyaçlarını sürekli güncelliyor. Bu yüzden eğitim sektörü ve işgücü yetiştirme mekanizmaları da kendilerini dönüştürmek zorunda. Günümüzde dijitalleşme ve yeşil dönüşüm, mevcut ve gelecek nesiller için yeni becerilerin önemini artırmış durumda. Türkiye özelinde baktığımızda, eğitim sisteminin dijital okuryazarlık, problem çözme, yaratıcılık gibi alanlarda çağı yakalaması elzemdir.
Çocukların ve gençlerin yarının ekonomisine hazırlanması için STEM (fen, teknoloji, mühendislik, matematik) eğitimine erken yaşta başlama, yaratıcı düşünme yetilerini geliştirme ve yaşam boyu öğrenme kültürünü aşılamak gerekiyor. Nitekim dünya genelinde de eğitim ve beceri geliştirme programlarının içeriğinde ve sunum biçiminde köklü dönüşümler yaşanıyor. Hibrit eğitim modelleri, çevrimiçi platformlar, kitlesel açık çevrimiçi dersler (MOOC) ve uyarlanabilir öğrenme teknolojileri yaygınlaşıyor. Artırılmış ve sanal gerçeklik (AR/VR) gibi dijital araçlar, eğitim deneyimini zenginleştirerek bireylerin yetkinlik kazanmasını kolaylaştırıyor.
Örneğin, bir meslek eğitiminde sanal gerçeklik ile güvenli bir şekilde pratik yapma imkanı ya da artırılmış gerçeklik ile iş başında öğrenme gibi uygulamalar artık mümkün. Eğitim içerikleri de sadece teknik beceriler değil sürdürülebilirlik, yeşil ekonomi ve yumuşak beceriler (iletişim, takım çalışması, eleştirel düşünme vb.) gibi alanları kapsayacak şekilde genişliyor. Bu dönüşümler, geleceğin işgücünün daha uyumlu ve donanımlı olmasına katkı sunarak insan-odaklı sanayi dönüşümünün zeminini hazırlıyor. Bakım ekonomisi ve kuşaklararası ilişkiler konusu ise hem demografik değişimin bir sonucu hem de çalışma hayatının dönüşümü açısından kilit bir unsurdur. Bakım ekonomisi, çocuk, yaşlı ve hasta bakımı gibi emek yoğun alanları kapsar ve genellikle kadınlar tarafından üstlenilen görünmez bir yük anlamına gelir.
Nüfusun yaşlanması, yaşlı bakımına duyulan ihtiyacı artırırken, kentleşme ve çekirdek aile yapısının yaygınlaşması bakım yükünün aile içinde yönetilmesini zorlaştırıyor. Bu alanda kamusal ve özel çözümlerin geliştirilmesi hem istihdam yaratmak hem de ailelerin üzerindeki yükü hafifletmek için önemli. İyi işleyen bir bakım ekonomisi, toplumun her kesiminin üretken olabilmesini ve refahını destekler. Örneğin kaliteli ve erişilebilir çocuk bakım hizmetleri (kreşler, gündüz bakım evleri) sunulması, özellikle kadınların işgücüne katılımını artıracak kritik bir adımdır. Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı hâlâ düşüktür ve bunun bir nedeni de çocuk ve yaşlı bakımının büyük ölçüde kadınların üzerine kalmasıdır. Bu nedenle, sanayi şirketlerinin de katkıda bulunabileceği çözümler düşünülmektedir.
Örneğin bazı büyük işverenlerin çalışanlarına yönelik kreş hizmeti sunması veya bu alanda teşvik mekanizmaları kurulması gündeme gelebilir.
Dünya Ekonomik Forumu gibi kuruluşlar, bakım ekonomisine yapılacak yatırımların ve well-being (iyi yaşam/refah) ekonomisi yaklaşımlarının, daha kapsayıcı ve sürdürülebilir bir geleceğin tasarımı için şart olduğunu vurgulamaktadır. Kuşaklararası ilişkiler boyutunda ise, genç nesiller ile yaşlı nesiller arasındaki dayanışma ve karşılıklı destek mekanizmaları dönüşümün başarısında rol oynar. Yaşlı nüfusun artması, çalışan genç nesil üzerinde bir bakım ve sosyal güvenlik yükü oluştururken; diğer taraftan dijital yerlisi olan genç kuşakların bilgi birikimi de yaşlı kuşağın dışlanmaması için kullanılabilir.
Nesiller arasında dijital uçurumun kapatılması, yaşlıların da yeni teknolojilerden faydalanabilmesi toplumsal bütünlüğü güçlendirecektir. Ayrıca, gençlerin eğitim ve iş fırsatlarına erişimi ne kadar artarsa, uzun vadede sosyal koruma sistemleri o kadar sürdürülebilir hale gelir. Erken yaşta emeklilik uygulamalarının sınırlandırılması ve yaşlıların deneyimlerinin ekonomiye kazandırılması gibi adımlar, genç kuşağın omuzlarındaki yükü hafifletebilir. Sonuç olarak, eğitim reformundan bakım hizmetlerinin yeniden yapılandırılmasına, emeklilik sisteminden kadınların ekonomik katılımına kadar pek çok alandaki sosyo-ekonomik politika, insan odaklı dönüşümün toplumsal potansiyelini açığa çıkarmak üzere seferber edilmelidir.
2.2. Teknolojik Faktörler
İnsan odaklı sanayi dönüşümünün en belirgin itici güçlerinden biri yapay zekâ (YZ) ve otomasyon teknolojilerindeki hızlı gelişmelerdir. Yapay zekâ, makinelerin öğrenme ve karar verme yetenekleri kazanmasını sağlayarak üretimden hizmetlere pek çok sektörde köklü değişimler yaratıyor. Otomasyon ise rutine dayalı, tekrarlayan işlerin makineler tarafından yapılmasıyla verimlilik artışı sağlıyor. Birlikte ele alındığında, YZ ve otomasyon süreçleri üretim hatlarında hataları azaltıp hızı artırmaktan, gerçek zamanlı veri analitiği ile karar desteği sunmaya kadar geniş bir etki alanına sahip.
Örneğin imalat sanayiinde yapay zekâ destekli sistemler sayesinde karmaşık görevler yüksek hassasiyetle yerine getirilebiliyor, makineler arası iletişimle süreç optimizasyonu yapılabiliyor. Nesnelerin interneti (IoT) ve sensör teknolojileriyle birleşen YZ uygulamaları, bakım ihtiyacını önceden tahmin ederek arıza sürelerini en aza indiriyor ve operasyonel maliyetleri düşürüyor. Yine tedarik zincirlerinde YZ destekli planlama ve öngörü modelleri, stok yönetimi ve lojistik verimliliğini artırabiliyor. Yapay zekâ ve otomasyonun yükselişi, işin doğasını da dönüştürüyor.
Özellikle tekrarlı ve öngörülebilir işleri otomasyon devraldıkça, insan emeği daha yaratıcı, analitik ve denetleyici rollere kayıyor. Burada kritik olan, insan-makine etkileşimini dengelemek ve teknolojiyi insan becerilerini tamamlayıcı bir araç olarak kullanmaktır. İnsan odaklı bir dönüşüm perspektifi, YZ ve robotik sistemlerin insan işçilerin yerine geçmesinden ziyade onların yeteneklerini geliştirmesi üzerine odaklanır. Doğru uygulandığında, yapay zekâ işçilerin karar alma süreçlerine destek olabilir, rutin yüklerini azaltarak daha katma değerli işlere zaman ayırmalarını sağlayabilir. Örneğin, bir fabrikada otomasyon sistemleri monoton üretim süreçlerini üstlenirken, çalışanlar bu sistemlerin gözetimi, optimizasyonu ve bakımında görev alabilir.
Nitekim dönüşümün bir parçası olarak yetenek dönüşümü kavramı önem kazanmaktadır: İşçiler YZ çağında yeni rollere uyum sağlamalı; robotları programlama, otomatik sistemlerin bakımını yapma veya veriyi anlama ve yönetme gibi beceriler edinmelidir. Küresel ölçekte büyük şirketler YZ ve otomasyona hızla yatırım yaparken, KOBİ’lerin de bu trende uyum sağlaması gerekiyor. 2020’lerden itibaren yapay zekâ tabanlı teknolojilerin benimsenme oranları hızla yükselse de halen çoğu yükselen ekonomilerdeki işletmelerin %10’undan azı bu teknolojileri kullanıyor.
Ancak YZ penetrasyonunun artış ivmesi yüksek. Ondan fazla çalışanı olan işletmelerden YZ teknolojileri kullananların oranı Türkiye’de 2021’de %2,69 iken 2024’te %4,42’ye; AB27 ortalamasında ise 2021’de %7,65 iken 2024’te %13,48’e yükseldi. Türkiye bu performansı ile Romanya’dan sonra YZ penetrasyonunun en düşük olduğu ikinci Avrupa ekonomisi. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerdeki YZ penetrasyonunun Türkiye’de AB ortalamasına kıyasla daha geride olduğu da dikkat çeken diğer bir sonuç (Şekil 7). Bu veriler gösteriyor ki YZ ve otomasyon devrimi ilk aşamalarında olup, önümüzdeki birkaç yıl içinde çok daha yaygın hale gelecektir. Bunun endüstriyel dönüşüme etkisi büyük olacak: Verimlilik artışı ve maliyet avantajı elde eden firmalar rekabette öne çıkarken, uyum sağlayamayanlar geride kalabilir. Öte yandan, istihdam üzerindeki etkileri konusunda temkinli olmak gerekir. Yapay zekâ pek çok mesleği dönüştürecek, bazılarının yerine geçecek, ama aynı zamanda yeni iş alanları da yaratacaktır.
Dünya Ekonomik Forumu’nun İşlerin Geleceği 2025 araştırması, şirketlerin genel olarak dönüşümü tetikleyen trendlerin istihdamı artıracağı beklentisinde olduğunu gösteriyor; özellikle dijital ve yeşil dönüşümün net olarak yeni işler oluşturabileceğine inanılıyor. Ancak YZ ve otomasyonun neden olabileceği geçici iş kayıplarına karşı beceri geliştirme ve sosyal destek önlemleri alınması kritik olacaktır.
Robotik teknolojiler, sanayide otomasyonun fiziksel boyutunu temsil eder ve insan-merkezli dönüşümde hem fırsatlar hem de meydan okumalar barındırır. Geçmişte endüstriyel robotlar genellikle insanlardan izole şekilde, tehlikeli veya hassas görevleri yerine getirmek üzere kullanılıyordu. Günümüzde ise işbirlikçi robotlar (cobot) konsepti öne çıkmaktadır. Bunlar, insanlarla yan yana ve güvenli bir şekilde çalışabilen, gerektiğinde insan etkileşimiyle uyum sağlayan robotik sistemlerdir. Hedef, üretkenliği artırırken çalışanların işten edilmesini önlemek ve insan-robot iş birliğini optimize etmektir. İleri robotik sistemler, montaj hattından depolamaya, sağlık hizmetlerinden tarıma kadar pek çok alanda kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin otomotiv sanayinde robotlar ağır parçaların kaldırılması veya yüksek hassasiyet gerektiren kaynak işlemleri gibi işleri üstlenirken, insan çalışanlar kalite kontrol, karmaşık montaj ve sorun çözme gibi görevlere odaklanabiliyor.
Bu şekilde işgücü verimliliği ve üretim hızı artarken, insan faktörünün kattığı esneklik ve yaratıcılık kaybolmamış oluyor. Özellikle yazılım ve algılayıcı teknolojilerindeki gelişmeler, robotik sistemleri çok daha akıllı ve uyarlanabilir hale getirdi. Makine öğrenmesi ile donatılan robotlar, ortamlarını algılayıp gerçek zamanlı kararlar verebiliyor ve böylece değişen üretim koşullarına veya özelleştirilmiş üretim taleplerine hızla uyum sağlayabiliyorlar. Bu, katı otomasyon yerine esnek otomasyon dönemine geçiş anlamına geliyor.
Robotik aynı zamanda insan odaklı otomasyon kavramını da beraberinde getiriyor: Amaç, robotların tamamen insanın yerine geçmesi değil, insanın yaptığı işi daha kolay, güvenli ve verimli hale getirmesidir. İstanbul Sanayi Odası’nın ufuk taraması çalışması sürecinde de “işbirlikçi ve otomatik robotik sistemlerle insan odaklı otomasyon süreçleri yaratmak” bir hedef olarak vurgulanmıştır. Bu anlayış, sanayide teknolojiye rağmen insanın merkezde kalmasını sağlamaktadır.
Türkiye açısından bakıldığında, robotik teknoloji kullanımı özellikle büyük ölçekli ve dış pazarlara çalışan firmalarda yaygınlaşmaktadır. Ancak KOBİ düzeyinde robotik otomasyonun penetrasyonu hâlâ düşüktür. Robotik yatırımının yüksek başlangıç maliyeti, nitelikli teknik personel ihtiyacı ve mevcut üretim düzenine entegrasyon zorlukları gibi nedenler, yayılım hızını sınırlayabilir. Buna karşılık, robotik teknolojilerin her geçen yıl daha erişilebilir ve uygun maliyetli hale geldiğini görüyoruz. Örneğin, geçmişte sadece dev otomotiv fabrikalarının sahip olabildiği robotik kollar, bugün daha küçük imalatçılar tarafından da edinilebilir durumda. Ayrıca açık kaynaklı robotik yazılımlar ve modüler robotik sistemler, özelleştirmeyi ve bakımını kolaylaştırarak giriş bariyerlerini düşürüyor. Sonuç olarak, robotik önümüzdeki dönemde üretimin hemen her safhasına nüfuz edecek bir teknoloji dalıdır. İnsan-odaklı dönüşümün bir parçası olarak, işletmelerin robotik teknolojileri insan kaynağını tamamlayıcı şekilde devreye alması, çalışanları bu sistemlerle çalışacak şekilde eğitmesi ve iş tasarımlarını buna göre yenilemesi gerekecektir.
Şekil 7: Yapay zeka teknolojileri kullanan işletmelerin toplam işletme sayısı içindeki payı (%, 2024)
Kaynak: Avrupa İstatistik Ofisi.
Biyoteknoloji, genetik mühendisliği, biyolojik üretim prosesleri ve yaşam bilimlerindeki inovasyonlar sayesinde ortaya çıkan bir dizi teknolojiyi kapsar. Sanayi ve toplum üzerindeki etkileri derin olabilir: tarımdan gıdaya, sağlıktan çevreye birçok sektörde devrimsel dönüşümler vaat eder. İnsan odaklı dönüşüm bağlamında biyoteknoloji, özellikle sağlık ve yaşam kalitesi boyutunda büyük potansiyel sunuyor. Örneğin gen tedavileri, kişiselleştirilmiş tıp, yenileyici tıp (rejeneratif tedaviler) gibi ilerlemeler, insanların daha uzun ve sağlıklı yaşamasına olanak tanıyor. Bu da yaşlanan toplumlarda hem sağlık sistemlerinin yükünü azaltabilir hem de yaşlı bireylerin daha üretken kalabildiği bir senaryo yaratabilir. Biyoteknolojinin bir diğer ayağı olan endüstriyel biyoteknoloji, biyolojik süreçleri kullanarak üretim yapma (örneğin mikrobiyal fabrikalar yoluyla ilaç, aşı veya biyoplastik üretimi) imkânı sunuyor. Geleneksel kimyasal süreçlere kıyasla daha sürdürülebilir ve düşük karbon ayak izine sahip üretim yöntemleri geliştirilebiliyor. Bu durum, önümüzdeki yıllarda sanayide temiz üretim ve döngüsel ekonomi hedefleriyle de örtüşüyor. Türkiye’de biyoteknoloji sektörü henüz istenen düzeyde olmasa da özellikle sağlık teknolojileri ve tarım teknolojileri alanında filizlenen girişimler mevcut. Genom projeleri, yerli aşı ve ilaç geliştirme çabaları, tohum ıslahı ve biyogüvenlik çalışmaları ülkenin bu alanda kapasite oluşturma çabasına örnek verilebilir. Küresel olarak bakıldığında, biyoteknolojiye yapılan yatırımlar hızla artıyor ve bu alandaki inovasyon dalgası yeni pazarlar yaratıyor. Biyoyakıtlar ve biyoenerji alanı, fosil yakıtlara bağımlılığı azaltacak şekilde atıklardan veya tarım ürünlerinden enerji üretimini mümkün kılıyor. Keza biyoteknoloji iklim değişikliğine uyum sağlama çabalarının da bir parçası. Örneğin, kuraklığa dayanıklı tohum geliştirme, laboratuvar ortamında et üretimi veya biyo-çözünebilen malzemeler üretme gibi yenilikler, hem sanayiye yeni üretim modelleri kazandırıyor hem de sürdürülebilirlik hedeflerine katkı yapıyor.
İnsan-odaklı kalkınma perspektifinde biyoteknolojinin önemi, sadece ekonomik kazanç potansiyelinde değil, aynı zamanda toplumsal fayda yaratma kapasitesinde yatıyor. Salgın hastalıklarla mücadeleden gıda güvenliğine, çevre temizliğinden kişisel sağlığın izlenmesine kadar pek çok alanda biyoteknolojik uygulamalar yaşam kalitesini yükseltebilir. Elbette bu gelişmelerle birlikte genetik verilerin kullanımı, biyoteknolojik müdahalelerin uzun vadeli etkileri gibi etik ve güvenlik tartışmaları da gündeme geliyor. Politika yapıcılar açısından, biyoteknolojide Ar-Ge yatırımlarını teşvik etmek, gerekli düzenleyici çerçeveyi oluşturmak ve bu teknolojileri geliştirirken etik ilkeleri gözetmek önemli olacak.
Özellikle sağlık ve gıda gibi doğrudan insan hayatını etkileyen sektörlerde toplumun bu teknolojilere güvenini inşa etmek gerekiyor. Sonuç olarak biyoteknoloji, sanayi dönüşümünün teknolojik iticilerinden biri olarak karşımıza çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda insan merkezli bir kalkınma için hastalıkların önlenmesi, yaşam süresinin uzaması, temiz bir çevre gibi temel hedeflere katkıda bulunarak toplumsal potansiyeli artırıyor.
Blokzincir, dijital işlemleri şeffaf, güvenli ve dağıtık bir yapıda kaydetmeyi sağlayan yenilikçi bir kayıt teknolojisidir. İlk olarak kripto paralarla gündeme gelen blokzincir, günümüzde finansal hizmetlerden tedarik zinciri yönetimine, devlet hizmetlerinden telif hakları takibine kadar çok geniş bir uygulama alanına yayılmaktadır. Sanayi ve insan-odaklı dönüşüm açısından blokzincirin önemi, güven ve izlenebilirlik sağlamasından kaynaklanır. Özellikle tedarik zincirlerinde blokzincir kullanımı, ürünlerin kaynağından son kullanıcıya kadar her adımının kayıt altına alınıp doğrulanabilmesini mümkün kılarak sahtecilik, hata veya gecikmeleri en aza indirebilir.
Örneğin gıda endüstrisinde, bir ürünün hangi çiftlikte üretildiği, hangi koşullarda işlendiği ve raf ömrü bilgilerinin değişmez bir şekilde blokzincire kaydedilmesi hem üretici hem tüketici açısından güven yaratmaktadır. İstanbul Sanayi Odası’nın ufuk taramasında da blokzincir, özellikle tedarik zinciri şeffaflığı ve kaynak takibi konularında öne çıkan bir teknoloji olarak değerlendirilmektedir.
Blokzincirin bir diğer katkısı da aracıları azaltarak verimlilik ve maliyet tasarrufu sağlamasıdır. Akıllı sözleşmeler (smart contracts) yoluyla, önceden belirlenmiş koşullar gerçekleştiğinde otomatik olarak işleyen anlaşmalar yapılabilir. Bu sayede, örneğin bir malzeme teslim edildiğinde ödemeyi otomatik tetikleyen sözleşmeler hem güven sorununu çözer hem de bürokrasiyi azaltır.
Sanayide makine tedariki, üretim hizmetleri alımı gibi alanlarda akıllı sözleşmeler verimliliği artırabilir. Diğer yandan, fikri mülkiyet haklarının korunması, telif takibi veya verilerin güvenli paylaşımı gibi konularda da blokzincir tabanlı platformlar geliştirilmektedir. İnsan-odaklı perspektiften, blokzincir teknolojisi katılımcı ve kapsayıcı iş modellerini destekleyebilir.
Örneğin, dağıtık kimlik yönetimi sayesinde bireyler kendi dijital kimlik bilgilerinin kontrolüne sahip olabilir; bu da göçmen işçiler, kayıtdışı sektör çalışanları veya banka hesabı olmayan kesimler için finansal ve sosyal hizmetlere erişimi kolaylaştırabilir. Yine blokzincir tabanlı oylama sistemleri veya karar alma platformları, çalışanların veya vatandaşların yönetime katılımını artırma potansiyeli taşır. Bütün bu olası faydaların yanında, blokzincirin henüz gelişmekte olan bir teknoloji olduğu ve ölçeklenebilirlik, enerji tüketimi, düzenleme eksikliği gibi sorunların bulunduğu unutulmamalıdır. Ancak görünen o ki dağıtık defter teknolojileri, sanayide güvenilir veri paylaşımı ve otomasyon açısından kalıcı bir yer edinecektir.
Türkiye’de de blokzincir konusunda çeşitli girişimler ve pilot projeler vardır ve özellikle lojistik, gümrük işlemleri ile finans alanlarında bu teknolojinin kullanımı test edilmektedir. Önümüzdeki dönemde standartların oturmasıyla birlikte daha yaygın bir benimsenme beklenebilir. Blokzincir, şeffaflık ve güven üzerine kurulu yeni nesil bir altyapı sunarak, insan odaklı ve hesap verebilir bir ekonomik düzenin destekleyici unsurlarından biri haline gelebilir.
Artırılmış gerçeklik (AR) ve sanal gerçeklik (VR) teknolojileri, dijital dönüşümün deneyim boyutunu derinleştiren yeniliklerdir. AR, gerçek dünya üzerine dijital bilgilerin bindirilmesini sağlarken; VR, tamamen yapay bir ortam yaratarak kullanıcıyı bu ortama dahil eder. Başlangıçta daha çok oyun ve eğlence sektörleriyle anılan AR/VR, artık eğitimden tasarıma, üretimden perakendeye pek çok alanda kullanılmaya başlanmıştır. Sanayide AR/VR kullanımına örnek olarak, tasarım ve prototipleme süreçlerinde VR’ın kullanılması verilebilir.
Mühendisler VR gözlükleriyle sanal bir fabrika kurup hataları önceden tespit edebilir veya yeni bir ürünün dijital prototipini sanki gerçekmiş gibi inceleyebilirler. Bu, ürün geliştirme sürecini hızlandırır ve maliyetleri düşürür. AR ise bakım-onarım ve üretim alanında etkili bir araçtır; saha teknisyenleri AR gözlükleri aracılığıyla makinaların üzerinde gerçek zamanlı kılavuz bilgiler görebilir, böylece hataları azaltarak verimliliği artırabilirler. Örneğin bir teknisyen, AR sayesinde karmaşık bir cihazın parçalarını görsel yönlendirmelerle adım adım söküp takabilir, ustalık gerektiren işlemleri daha güvenli yerine getirebilir. Eğitim ve beceri geliştirme, AR/VR’ın parladığı bir diğer alandır. Simülasyon tabanlı eğitimler, özellikle tehlikeli veya yüksek maliyetli pratik gerektiren işlerde büyük avantaj sağlıyor. Sanal gerçeklik ortamında bir işçi, gerçek makinelere veya ortamlara zarar verme riski olmadan eğitilebilir; örneğin bir kaynakçı VR simülasyonu ile eğitim alarak gerçeğe çok yakın bir deneyim kazanabilir. Geleceğin eğitim programlarında AR/VR ve dijital ikiz gibi teknolojilerin entegrasyonu, beceri kazanım süreçlerini kökten değiştirecektir. Bu teknolojiler, öğrenme deneyimini zenginleştirerek çalışanların adaptasyonunu hızlandırmakta, aynı zamanda coğrafi engelleri ortadan kaldırarak uzaktan eğitim ve işbaşı desteği sağlamaktadır. AR/VR teknolojileri ayrıca müşteri deneyimi ve pazarlama alanlarında da dönüşüm getiriyor. Artırılmış gerçeklik ile müşteriler bir ürünü satın almadan önce kendi ortamlarında deneyimleyebiliyor (örneğin mobilyayı odasında yerleştirip görebiliyor), sanal gerçeklik ile mağaza deneyimi simüle edilebiliyor.
Bu durum, tüketici beklentilerinin yükseldiği deneyim ekonomisinde şirketlere rekabet avantajı sağlıyor. Üretici firmalar için de AR/VR, ürünlerini sergilemek, tasarım süreçlerine müşteriyi dahil etmek veya satış sonrası destek vermek için yeni fırsatlar anlamına geliyor. Örneğin bazı ileri imalatçı firmalar, müşterilerine VR ortamında ürün özelleştirme imkânı sunarak onların tercihlerini daha iyi anlayabiliyor. Türkiye’de AR/VR kullanımına yönelik ilgi son yıllarda arttı.
Oyun sektörünün yanı sıra mimarlık, savunma, sağlık ve turizm gibi alanlarda girişimler mevcut. Özellikle savunma sanayiinde simülasyon teknolojileri uzun süredir kullanılıyor ve buradan biriken deneyim diğer sektörlere de yayılıyor. Ancak donanım maliyetlerinin yüksekliği ve içerik geliştirme gereksinimleri, AR/VR’ın yaygınlaşmasında kısmi engeller oluşturuyor. Önümüzdeki dönemde cihaz maliyetlerinin düşmesi ve daha fazla yerli içeriğin üretilmesiyle, AR/VR’ın eğitimden üretime pek çok alanda standart bir araç haline gelmesi beklenebilir. İnsan odaklı dönüşüm perspektifinde, AR/VR teknolojileri hem çalışanların yetkinlik kazanmasında hem de insanların ürün ve hizmetlerle etkileşiminde daha zengin, katılımcı deneyimler yaratması bakımından değerli olacaktır. Bu sayede sanayi sektöründe dönüşüm sadece süreçlerin dijitalleşmesi ile kalmayıp, insan deneyiminin de iyileşmesiyle karakterize edilecektir.
Toplumların potansiyeli, bir ulusun kendi üyeleri için daha yüksek refah, eşitlik, sürdürülebilirlik ve yaşam kalitesine doğru ilerleme kapasitesi olarak tanımlanabilir. Endüstriyel ve toplumsal dönüşüm süreçleri, bu potansiyeli açığa çıkarma fırsatı sunarken dönüşümün başarısı yalnızca teknolojik atılımlarla değil, insan odaklı gelişmelerle toplumun tüm kesimlerine sağlanan fayda ile ölçülmelidir. Nitekim, dönüşüm denildiğinde akla sıklıkla dijitalleşme, yeşil teknolojiler veya jeopolitik gelişmeler gelse de tüm bu trendlerin toplumsal değişimlerle karşılıklı etkileşim içinde olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle sanayi ve toplumun geleceğe hazırlanmasında insan faktörü merkezi önemdedir. Geleceğin endüstrilerinin, işgücüyle ilgili ve toplumsal değişimlere zamanında ayak uydurması ve dönüşümün olası olumsuz etkilerini düzeltici mekanizmalarla ele alması gerekmektedir. Bu bölümde, beceri dönüşümü ve yaşam boyu öğrenmeden işgücü uyumu ve kurumsal çevikliğe; çalışma hayatında sağlık ve refahtan bakım ekonomisi ve kapsayıcılığa uzanan boyutlarda insan-odaklı değişimin öncelikleri ele alınmaktadır.
3.1. Beceri Dönüşümü ve Yaşam Boyu Öğrenme
Şekil 8: Yapay zeka teknolojileri kullanan işletmelerin toplam işletme sayısı içindeki payı (%, 2024)
Kaynak: WEF İşlerin Geleceği 2025 raporu.
Dijital dönüşüm ve otomasyon, işgücü becerilerinde köklü bir değişimi zorunlu kılmaktadır. Geleneksel eğitim sistemlerinin, bireyleri geleceğin ekonomisinde gereken dijital beceriler ve yabancı dil yeterlilikleriyle donatacak şekilde yeniden düşünülmesi ve yaşam boyu öğrenme kültürünün yaygınlaşması kritik hale gelmiştir. Otomasyon arttıkça çalışanların da robot denetimi, otomatik sistemlerin bakımı veya veri analizi gibi yeni rollere uyum sağlaması gerekmektedir. Nitekim Avrupa İstatistik Ofisi’nin 2024’te yaptığı bir ankette katılımcıların %66’sı, robotlar ve yapay zekânın işleri ellerinden alacağı görüşüne katıldığını belirtmiştir. Bu kaygıları gidermek ve teknolojiyi insan emeğinin tamamlayıcısı haline getirmek için insan-makine etkileşimini dengeli yönetmek büyük önem taşır. Beceri dönüşümü aynı zamanda ekonomik fırsatların eşit dağılımı için de bir gerekliliktir.
Dünya Ekonomik Forumu’nun öngörülerine göre, önümüzdeki 5 yılda işlerdeki temel becerilerin %39’u değişecektir ve şirketler özellikle yapay zekâ, büyük veri analitiği, bulut bilişim ve siber güvenlik gibi teknoloji yetkinliklerine talebin keskin biçimde artacağını öngörmektedir (Şekil 8). Bunun yanı sıra, yaratıcı düşünme, dayanıklılık, esneklik ve merak gibi yetkinlikler ile yaşam boyu öğrenme anlayışının da öneminin hızla yükseleceği belirtilmektedir. Bu veriler ışığında hem beyaz yaka hem de mavi yaka çalışanlar için sürekli eğitim ve yeniden beceri kazandırma (reskilling) programlarına yatırım yapmak, sanayide rekabet gücünü korumanın ve işgücünü geleceğe hazırlamanın temel yollarından biridir. İşverenlerin düzenli beceri envanteri analizleri yaparak mevcut yetkinlikler ile yeni teknolojilerin gerektirdiği beceriler arasındaki boşlukları tespit etmesi ve uygun eğitim planlarıyla bu boşlukları kapatması gerekmektedir. Kısacası, öğrenme süreci mezuniyet ile bitmeyip çalışma hayatı boyunca devam eden dinamik bir yolculuk olarak görülmelidir.
3.2. İşgücünün Adaptasyonu ve Kurumsal Çeviklik
Sanayi 4.0 ve benzeri dönüşüm dalgaları karşısında işletmelerin ve çalışanların değişime hızla uyum sağlama kapasitesi, başarı için belirleyici bir faktördür. Kurumsal çeviklik, şirketlerin beklenmedik şartlara hızlı tepki verebilme, yeni iş modellerini benimseyebilme ve çalışanların yetkinliklerini etkin kullanabilme yeteneğini ifade eder. Bu bağlamda, işgücü stratejilerinin dijital dönüşüm hedefleriyle uyumlu hale getirilmesi esastır. Şirketlerin üst yönetimleri, dönüşüm vizyonunu çalışanlara net biçimde aktarmalı ve insan kaynağı planlamalarını geleceğin ihtiyaçlarına göre önceden yapmalıdır. Gelecekte ihtiyaç duyulacak yeni yetenek profillerine yönelik projeksiyonlar yaparak, doğru sayıda ve nitelikte çalışanı doğru zamanda istihdam edebilmek için proaktif planlama önem kazanır. Özellikle teknolojik gelişmeler ışığında stratejik işgücü planlaması, şirketlerin hem bugünkü hem de yarınki yetenek gereksinimlerini dengelemesini sağlar. İşgücünün uyum yeteneğini artırmak için, çalışanlarda değişime açık bir kültür geliştirilmesi ve organizasyonel öğrenme ortamının teşvik edilmesi gerekir. Büyük dijital dönüşümlerde başarılı olabilmek, yalnızca teknik becerilerin güncellenmesini değil, aynı zamanda çevik bir düşünce yapısının benimsenmesini ve bu dönüşümün üst yönetim tarafından da desteklenerek bütünsel bir stratejiyle yürütülmesini gerektirir. Örneğin, esnek görev tanımları, çapraz-fonksiyonel ekipler ve yalın/çevik (agile) yöntemler uygulayarak kurum içinde hızlı adaptasyon kabiliyeti oluşturulabilir. İnovasyonu teşvik eden, hata öğrenimini destekleyen ve çalışanların değişim sürecine aktif katılımını sağlayan bir yönetim yaklaşımı, dönüşümü hızlandıracaktır. Sonuç olarak hem işgücünün bireysel dirençliliği hem de kurumların yapısal çevikliği, endüstriyel dönüşüm çağında rekabet avantajı getiren kritik unsurlardır.
3.3. İş Sağlığı, Güvenliği ve İşyerinde Refah
Endüstriyel ve toplumsal dönüşümün insan refahını gözetmesi, uzun vadeli verimlilik ve sürdürülebilirlik için vazgeçilmezdir. Çalışanların fiziksel iş güvenliği ile psikososyal sağlığı, dönüşümün insan odaklı başarısının temel göstergelerindendir. Bu kapsamda işyerlerinde güvenlik kültürü oluşturmak ve kazaları en aza indirmek için uygun güvenlik protokolleri, koruyucu ekipmanlar ve düzenli eğitim programları uygulanmalıdır. Yalnızca yasal uyumluluk için değil, aynı zamanda verim kaybını ve çalışanların zarar görmesini önlemek için önleyici iş sağlığı ve güvenliği yatırımları kritik önem taşır. Özellikle sanayide otomasyon ve yeni teknolojilerin entegrasyonunda, çalışanların bu sistemlerle güvenle etkileşim kurabilecekleri ortamlar tasarlamak gereklidir. Bunun yanında, işyerinde refah kavramı giderek genişlemektedir. Çalışanların fiziksel ve zihinsel iyilik halini desteklemek üzere ergonomi iyileştirmeleri, stres yönetimi eğitimleri, düzenli sağlık taramaları ve psikolojik destek programları gibi uygulamalar yaygınlaşmalıdır. Aşırı çalışma saatleri ve dengesiz iş yükü, kısa vadede üretkenliği artırsa bile uzun vadede tükenmişlik krizine yol açabilir. Nitekim Çin’de uygulanan “996” çalışma düzeninin (haftada 6 gün, 09.00-21.00 saatleri arası çalışma) kısa vadeli üretkenlik artışlarına rağmen uzun vadede çalışanlarda ciddi tükenmişlik yarattığı gözlemlenmiştir. Bu tür örnekler, iş ve yaşam dengesinin korunmasının hem çalışan mutluluğu hem de sürdürülebilir verimlilik için şart olduğunu ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, endüstriyel dönüşümün insan boyutunda başarıya ulaşması için çalışanların sağlık, güvenlik ve genel yaşam kalitesini yükselten politikalar bütüncül bir şekilde ele alınmalıdır. Bu yaklaşım, çalışan bağlılığını artırarak işletmelere de uzun vadede rekabet avantajı sağlar.
3.4. Bakım Ekonomisinin Rolü (Çocuk, Yaşlı ve Engelli Bakımı)
Toplumun değişen ihtiyaçları ve demografik eğilimleri, bakım ekonomisi olarak adlandırılan alanın stratejik önemini artırmaktadır. Bakım ekonomisi; çocuk bakımı, yaşlı bakım hizmetleri, engelli destek hizmetleri ve genel anlamda bireylerin iyi olma halini korumaya yönelik sektörleri kapsar. Nüfusun yaşlanması ve aile yapılarının değişmesiyle birlikte kaliteli ve erişilebilir bakım hizmetlerine talep hızla artmaktadır. Örneğin, yaşlı nüfusun büyümesi gümüş ekonomi denen yeni bir pazar doğurmakta; sağlık hizmetleri, medikal teknoloji, yaşlı bakım hizmetleri ve ergonomik ürünlere yönelik talep belirgin biçimde yükselmektedir. Dünya Ekonomik Forumu da iyi işleyen bir bakım ve wellness ekonomisinin, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir gelecek tasarımı için temel olduğunu vurgulamaktadır.
Bakım ekonomisinin güçlendirilmesi, aynı zamanda toplumsal kapsayıcılık ve cinsiyet eşitliği açısından kritik bir kaldıraçtır. Özellikle çocuk, yaşlı veya özel gereksinimli bireylere yönelik bakım sorumlulukları çoğunlukla kadınların omuzlarında olduğundan, bu hizmetlerin kamusal olarak sağlanması veya kolay erişilebilir hale gelmesi kadınların işgücü katılımını olumlu etkilemektedir. Nitekim kadınların iş hayatına devam edebilmesi için kreş ve gündüz bakımevi gibi altyapılara yatırım yapılması, doğrudan kadın istihdamını destekleyen bir unsurdur. Özel sektör de bu alanda katkı sunabilir. Bu bağlamda bazı sanayi şirketlerinin bünyelerinde çalışan çocukları için kreş imkanı sağlaması, kadın çalışanların kariyerlerinde sürekliliği açısından başarılı bir uygulama olarak öne çıkmaktadır. Benzer şekilde, engelli bireylerin bakım ve rehabilitasyon hizmetlerine erişiminin iyileştirilmesi, onların toplumsal yaşama ve işgücüne daha aktif katılımını mümkün kılar.
Sonuç olarak, bakım ekonomisine yapılacak yatırımlar çifte fayda sağlamaktadır: Hem bakım verenlerin (çoğunlukla kadınların) üzerindeki yükü hafifleterek işgücüne katılımı artırmakta, hem de bakım alan kişilerin (çocuklar, yaşlılar, engelliler) yaşam kalitesini yükseltmektedir. Bu bütünsel yaklaşım, toplumun ekonomik ve sosyal dayanıklılığını güçlendiren önemli bir dönüşüm bileşenidir.
3.5. Konut, Kentsel Altyapı ve İnsan Odaklı Tasarım
İnsan odaklı dönüşüm, yalnızca işyerinde değil, yaşam alanlarında da yüksek yaşam kalitesini hedeflemelidir. Sanayi çalışanlarının barınma koşulları, ulaşım imkanları ve genel kentsel altyapı, üretkenliklerini ve refahlarını doğrudan etkiler. Bu nedenle sanayi stratejileri oluşturulurken çalışanların yaşayabileceği uygun konut imkanlarının ve destekleyici kentsel hizmetlerin planlanması önem taşır. Organize sanayi bölgeleri ve üretim merkezlerinin yakınlarında, çalışanların kolay erişebileceği uygun maliyetli konut projeleri geliştirmek, göç ile gelen işgücünün bölgeye entegre olmasını ve uzun vadeli istihdamı kolaylaştıracaktır. Kapsayıcı ve çalışanlar tarafından finansal olarak karşılanabilir yaşam alanlarının oluşturulması özellikle düşük gelir grupları ve iş hayatına yeni atılan genç çalışanlar için kritik görülmektedir. Bu bağlamda son yıllarda ortaya çıkan barınma krizi tartışmaları, büyük kentlerde artan konut maliyetlerinin düşük ve orta gelirli kesimleri zorladığını, bunun da işgücünün belirli bölgelere erişimini kısıtladığını göstermektedir.
Çözüm olarak, kamu ve özel sektör iş birliğiyle sosyal konut projeleri, uygun kiralama/kira destek programları ve güçlü ulaşım altyapıları geliştirilebilir. İnsan odaklı tasarım ilkelerinin kentsel planlamada ve altyapı yatırımlarında gözetilmesi, toplumsal refahı arttıran bir diğer unsurdur. Bu yaklaşım, şehirlerin fiziksel mekanlarını insanların ihtiyaç ve sınırlılıklarına göre düzenlemeyi içerir. Örneğin, engelli ve yaşlı bireylerin kamusal alanlara, toplu taşımaya ve binalara erişimini kolaylaştıracak evrensel tasarım standartlarının uygulanması, hem bu grupların sosyal hayata katılımını sağlar hem de genel olarak herkes için daha konforlu bir şehir yaşamı sunar. Yayalara ve bisikletlilere öncelik veren sokak düzenlemeleri, yeşil alanların ve rekreasyon imkanlarının çoğaltılması, akıllı şehir teknolojileriyle trafik, enerji ve güvenlik yönetiminin iyileştirilmesi gibi adımlar, kentsel yaşam kalitesini yükseltirken çevresel sürdürülebilirliğe de katkı yapar. Sonuç olarak, sanayide insan odaklı dönüşüm, fabrikadan çıkan ürünlerin ötesinde, o fabrikada çalışan ve o toplumda yaşayan insanların günlük hayatlarını da kapsar. Konut, ulaşım ve şehir planlamasının bu anlayışla ele alınması, ekonomik kalkınmayı insan refahıyla entegre eden bütüncül bir dönüşüm vizyonunun parçasıdır.
3.6. Kırılgan Grupların Dahiliyeti: Zorluklar ve Stratejiler
Toplumsal gelişmenin kapsayıcı olabilmesi için, dönüşüm süreçlerine kırılgan grupların tam ve eşit katılımını sağlamak gereklidir. Gençler, kadınlar, yaşlılar ve engelli bireyler gibi gruplar, hızlı dönüşüm dönemlerinde özel politika ve destek mekanizmalarına ihtiyaç duyabilir. Kapsayıcı bir dönüşüm, bu grupların karşılaştığı engelleri azaltarak hepsinin potansiyelinden faydalanan bir ekonomik düzen oluşturmakla mümkün olacaktır. Bu doğrultuda, her bir grup için farklılaştırılmış stratejiler geliştirilmesi önem arz eder:
Kapsayıcı kalkınma, ancak yukarıda sayılan adımların bütüncül bir yaklaşımla hayata geçirilmesiyle mümkün olacaktır. Unutulmamalıdır ki toplumun en kırılgan kesimlerinin güçlendirilmesi, toplam ekonomik dinamizmi ve sosyal uyumu güçlendirecek, dönüşümün getirdiği kazanımların toplum genelinde adil dağılımını sağlayacaktır. Bu nedenle, sanayi ve kamu politikası paydaşları dönüşüm programlarını tasarlarken, büyüme hedefleri kadar insan odaklı ve kapsayıcı hedefleri de merkeze almalıdır. Böylece toplumsal potansiyel tam anlamıyla harekete geçirilerek, kalkınma yolculuğu hiç kimseyi geride bırakmadan sürdürülebilir kılınabilir.
İnsan-odaklı bir dönüşümü başarmak için şirketlerin, stratejilerini ve iş yapış modellerini çalışan merkezli bir anlayışla yeniden yapılandırmaları gerekiyor. Bu dönüşüm, teknoloji yatırımları kadar insan kaynağı stratejisi ve planlamasını da kapsamalıdır. Önde gelen kuruluşlar, çalışanlarının yetkinlik ve motivasyonunu merkeze alan yol haritaları oluşturarak verimlilik artışını ve uyumu eşzamanlı sağlamaktadır. İSO Stratejik Dönüşüm Merkezi’nde (SDM) şirketlerin bu alanlardaki olgunluk seviyelerini değerlendirmelerine yardımcı olacak araçlar ve soru setleri geliştirmektedir. Aşağıda, insan-odaklı dönüşüm için firma düzeyinde temel bileşenler sıralanmaktadır:
İnsan odaklı toplumsal dönüşümün ölçeklenebilmesi için kamunun da proaktif ve kapsayıcı politikalar geliştirmesi şarttır. Sanayi şirketlerinin tek başına yapacağı atılımlar, uygun bir ekosistem ve yönetişim modeliyle desteklenmezse istenen etki sınırlı kalacaktır. Bu nedenle, kamu otoriteleri işgücü piyasalarından eğitim sistemine, sosyal korumadan teknolojiye uzanan geniş bir yelpazede stratejik düzenlemeler yapmalıdır. Amaç, ekonomik büyüme ile toplumsal refahı dengeleyecek bir yeni sosyal kontrat yaratmaktır. Aşağıda, insan odaklı dönüşümü hızlandırmak için kritik kamu politika önerileri ve kamu-özel iş birliği mekanizmaları özetlenmiştir:
Örneğin, İSO SDM’nin, sanayi sektörünün geleceği için uzmanlar, şirketler ve kamu temsilcilerinden oluşan platformlar kurması bu tip bir mekanizmaya örnektir. Sonuç olarak, toplumsal dönüşüm ancak tüm paydaşların ortak vizyon ve karşılıklı güven temelinde çalışmasıyla gerçekleşebilir. Kamu ve özel sektör, rekabet içinde iş birliği yaklaşımıyla hareket ederek ülkenin beşeri sermayesini ve üretim potansiyelini birlikte geliştirmelidir.
Dünyada ve Türkiye’de, insan odaklı dönüşüm alanında dikkat çeken öncü örnekler mevcuttur. Bu örnekler gerek politika düzeyinde gerekse şirket uygulamaları düzeyinde ilham verici modellemeler sunmaktadır. Aşağıda, farklı ölçek ve coğrafyalardan başarılı vakalar özetlenmiş ve Türkiye için çıkarılabilecek dersler belirtilmiştir:
Mayıs 2025 itibarıyla dünya genelinde 189 adet Lighthouse fabrika belirlenmiştir ve bunların 7 tanesi Türkiye’dedir. Bu fabrikalar, verimlilik artışının yanında çalışanların yeni teknolojilere uyumunu sağlama konusundaki başarılarıyla dikkat çekmiştir. Türkiye’den çıkan bu örnekler, doğru vizyon ve yatırımla dünya çapında rekabetçi ve insan merkezli üretim yapılabileceğinin kanıtıdır. Öte yandan Lighthouse ağının kendisi, küresel düzeyde kamu-özel sektör ve şirketler arası iş birliğinin güzel bir modelidir: Şirketler birbirlerinin deneyimlerinden hızla öğrenerek dönüşüm süreçlerini kısaltabilmekte, teknoloji adaptasyonunda yapılan hataları tekrarlamaktan kaçınabilmektedir. Türkiye’nin bu ağdaki varlığı, ülkemiz şirketlerinin uluslararası en iyi uygulamalara erişimi açısından da değerlidir. Sanayicilerimizin, Lighthouse ağı gibi platformlarda aktif rol alarak hem başarı hikâyelerini paylaşmaları hem de başkalarının tecrübelerinden faydalanmaları, insan odaklı dönüşüm yolculuğunu hızlandıracaktır.
BU bölüme İSO’nun MEİP ve İSO Akademi uygulamalarının eklenmesi iyi olur.
Toplumdaki eşitsizlik algısı derinleşmiş; teknolojiyi üreten ve işleten kesimler gelirlerini artırırken, otomasyondan etkilenen kesimler uzun süreli işsizlik ve güvencesiz işlerle mücadele eder hale gelmiştir. Bu durum sosyal gerilimleri tetiklemiş, yeni bir dijital bölünme ortaya çıkmıştır. Hükümet, 2035’e gelindiğinde geç de olsa bazı telafi adımları atmaya başlamıştır: Asgari gelir desteği, evrensel temel gelir tartışmaları, geride kalan bölgeler için teşvik paketleri gibi. Ancak toplumsal maliyetler çoktan yükselmiştir. Senaryo 2, insan unsurunu geri plana iten tek taraflı bir sanayi devriminin risklerini ortaya koymaktadır. Bu yolda gidilmesi halinde Türkiye, kısa vadede teknoloji yatırımlarıyla öne çıksa bile uzun vadede nitelikli insan kaynağı yetersizliği ve sosyal huzursuzluk nedeniyle sürdürülebilir bir kalkınma sağlayamamaktadır. Bu karamsar tablo, günümüzde yapılacak yanlış tercihlerin bir uyarısı niteliğindedir: Teknolojiye yatırım, insan sermayesine yatırımdan ayrı düşünüldüğünde arzu edilen refahı getirmeyecektir.
Emeklilik yaşını artırma, sağlık harcamalarını kısma gibi önlemler gündeme alınmış olsa da bunlar siyasi ve toplumsal dirençle karşılanmış, karar alma süreçlerindeki gecikmeler krizi derinleştirmiştir. Bu dönemde çalışan kesim, emeklilik fonlarındaki açıkları kapatmak için daha yüksek vergilere maruz kalmakta, nesiller arası gerilim hissedilir boyuta ulaşmaktadır. İş gücünün niteliği konusundaki sorunlar da devam etmektedir: 2050’ye gelindiğinde dahi birçok sektörde yerli işgücü ihtiyacı karşılanamamakta, ülke dışından iş gücü ithal edilmeye çalışılmaktadır. Ancak Türkiye, yetenek çekiciliğinde alt sıralarda kaldığı için bu çabalar istenen sonucu vermemekte, tersine 2020’lerde başlayan beyin göçü dalgası tersine dönmemiştir. Küresel iklim krizinin etkilerinin şiddetlendiği, su kıtlığı ve gıda güvensizliğinin artığı bu dönemde, Türkiye sanayi altyapısını yeşil ve dayanıklı hale getirmekte de gecikmiştir. Bu nedenle AB gibi pazarlara erişimde zorlanmakta, karbon vergileri ve standartlar ihracatını sınırlamaktadır. Toplumsal açıdan bakıldığında, orta gelir tuzağı sürmüş, kişi başı gelir artışı düşük kalmış ve bölgesel eşitsizlikler belirginleşmiştir. 2050 Türkiye’si, 2020’lerin başında sahip olduğu genç, dinamik ve görece eğitimli nüfus potansiyelini tam olarak ekonomik ve sosyal faydaya dönüştürememiş olmanın pişmanlığını yaşamaktadır. Bu “gecikmiş uyandırma” senaryosu, bir nevi kaybedilen fırsatın hikayesidir. Ancak aynı zamanda güçlü bir ders içerir: Demografik avantaj sonsuza dek sürmez, eğer şimdi gerekli yatırımlar yapılmazsa Türkiye birkaç on yıl içinde bugünkünden çok daha zor bir kısır döngüyle yüzleşebilir. Bu senaryonun gerçekleşmemesi için, karar alıcıların bugünden itibaren stratejik öngörüyle hareket etmesi, kısa vadeli düşünme tuzağından çıkarak nesiller arası sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin hangi rotayı izleyeceği, büyük ölçüde bugünden göstereceği liderlik vizyonuna, politika yapıcıların alacağı cesur kararlara ve tüm paydaşların (kamu, özel sektör, sivil toplum) birlikte çalışma becerisine bağlı olacaktır. Toplumsal potansiyel, ancak insanı merkeze alan bir dönüşümle tam manasıyla açığa çıkabilir. Bu dönüşüm, işletme düzeyinde yeni modeller benimsemeyi, kamu politikalarında insan gelişimine öncelik vermeyi ve geleceği bugünden tasavvur ederek hareket etmeyi gerektiriyor. Türkiye, genç nüfusu, girişimci iş dünyası ve köklü devlet geleneğiyle, eğer isterse, 21. yüzyılın insan-merkezli sanayi devriminde öncü ülkelerden biri olabilir. Bu raporun ortaya koyduğu analizler ve öngörüler, böyle bir geleceğin elimizin altında olduğunu ve gerçekleştirilebileceğini göstermektedir. Önemli olan, bugünden harekete geçmek ve insana yapılan yatırımın en kalıcı ve kârlı yatırım olduğunu unutmamaktır. Böylece, teknolojiyi ve toplumu uyum içinde ilerleten, daha zengin, daha adil ve daha mutlu bir Türkiye vizyonu gerçeğe dönüşebilecektir.
Büyük ve yükselen ekonomiler küresel ekonominde dönüşümlerin işgücü piyasaları üzerindeki etkilerini dikkate olarak insan, beceri ve istihdam edilebilirlik kavramlarını merkezine alan özel programlar uygulamaya başladı. Tablo 1’de seçilmiş altı büyük ekonomi için bu tür programların detayları sunulmaktadır. Bu programların ortak özellikleri arasında eğitim-işgücü piyasası etkileşimine dayanmaları ve ekosistem-temelli çalışmaları da yer alıyor.
Tablo 1: Seçilmiş ülkelerin gelecek tasarımları kapsamında uyguladıkları beceri geliştirme, işgücü piyasasına geçişi kolaylaştırma odaklı özel programlar


2.1 Temel Hedefler ve İşlevler
SDM’nin Türkiye imalat sanayiinde insan kaynağı ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik yapılacak tasarımlarda, sanayiinin geleceğini gözeten bir yaklaşım gözetmesi oldukça önemlidir. SDM’nin sanayide istihdamın geleceğini şekillendirmesine yönelik belirlenen temel hedefler ise aşağıdaki gibidir:
H1. Sanayide dijital dönüşümün, yetenek ve beceri dönüşümüyle gerçekleştirilmesi
H2. Genç işgücünün beceri setinin geliştirilmesi
H3. Yüksek teknolojili ve katma değerli sanayi kollarından bilgi birikimi aktarımının sağlanması
H4. Türk çalışanların belirli alanlarda (örn. kodlama, veri analitiği) küresel marka haline getirilmesi
H5. İnsan kaynağı odaklı doğrudan yabancı yatırımların artırılması
H6. Uzaktan çalışma yardımıyla Türk çalışanların küresel istihdam edilebilirliğinin artırılması
H7. Teknoloji ve diğer öncelikli alanlardaki girişimciler ve yatırımcıların bağlarının güçlendirilmesi
H8. Gençler başta olmak üzere Türkiye’deki girişimcilik ekosisteminin geliştirilmesi
H9. Türkiye imalat sanayiine yönelik alternatif çalışma modellerinin etkinliğinin artırılması
H10. Eğitimden istihdama geçişin kolaylaştırılması
Söz konusu temel hedefler çerçevesinde SDM’nin farklı kurumlarla iş birliği yaparak gerçekleştirebileceği işlevler aşağıda listelenmektedir.
H1. Sanayide dijital dönüşümün, yetenek ve beceri dönüşümüyle gerçekleştirilmesi
H2. Genç işgücünün beceri setinin geliştirilmesi
H3. Yüksek teknolojili ve katma değerli sanayi kollarından bilgi birikimi aktarımının sağlanması
H4. Türk çalışanların belirli alanlarda (örn. kodlama, veri analitiği) küresel marka haline getirilmesi
H5. İnsan kaynağı odaklı doğrudan yabancı yatırımların artırılması
H6. Uzaktan çalışma yardımıyla Türk çalışanların küresel istihdam edilebilirliğinin artırılması
H7. Teknoloji ve diğer öncelikli alanlardaki girişimciler ve yatırımcıların bağlarının güçlendirilmesi
H8. Gençler başta olmak üzere Türkiye’deki girişimcilik ekosisteminin geliştirilmesi
H9. Türkiye imalat sanayiine yönelik alternatif çalışma modellerinin etkinliğinin artırılması
H10. Eğitimden istihdama geçişin kolaylaştırılması
2.2 Program Yol Haritası – Tasarım ve Uygulama Planı

SDM’nin verdiği hizmetler üç farklı hizmet kategorisi kapsamında farklı faydalanıcı gruplarına hizmet edilebilecektir:
Söz konusu hizmet kategorileri kapsamındaki programların tasarımı ile bu kapsamda, SDM ve imalat sanayii ekosistemindeki farklı paydaşlar tarafından sunulabilecek hizmetler aşağıda detaylandırılmaktadır.
Yetenek Keşif ve Sürdürme Programı
Program tasarımı için aşağıdaki bileşenler kritiktir:
Program kapsamında sunulabilecek hizmetlerden bazıları:
İşgücü Piyasalarına Geçiş Programı
Program tasarımı için aşağıdaki bileşenler kritiktir:
Program kapsamında sunulabilecek hizmetlerden bazıları:
Geleceğe Dönük Yeni Fırsatlar Programı
Program tasarımı için aşağıdaki bileşenler kritiktir:
Program kapsamında sunulabilecek hizmetlerden bazıları:
SDM’nin Sanayide İstihdam Altyapısını Güçlendirmek için Üstlenebileceği Diğer
Roller
Bilgi Tabanına Hizmet Etme
SDM’nin, imalat sanayiinde bilginin üretimi ve yayımı konusunda önde gelen bir role sahip olması da istihdam kapsamında üstleneceği rolü pekiştirebilecektir. Bu kapsamda SDM, imalat sanayiinde bilgi tabanına hizmet etmek adına farklı faaliyetlere odaklanabilir:
Beceri Oluşturma ve Şekillendirme
SDM, ilerleyen zamanlarda becerilerin yapılandırılması için uçtan uca hizmetler verebilecek bir noktaya erişebilmelidir. Beceri oluşturma ve şekillendirme kapsamında SDM tarafından verilebilecek hizmetlere örnekler:
İşgücü Piyasalarına Geçiş ve Entegrasyonun Kolaylaştırılması
Bireylerin işgücü piyasalarına geçişini ve entegrasyonunu kolaylaştırmak için SDM, önemli bir ara yüz olarak rol alabilir:
İşgücü Personalarının Oluşturulması
Şekil 9: Seçilmiş Persona Kartları




SDM’nin, farklı imalat sektörlerinin işgücü ihtiyaçlarını detaylı bir şekilde analiz etmesinin bir diğer yöntemi, müşteri deneyimi kapsamında yaygınca kullanılan persona değerlendirmesinden geçmektedir. Hayat yolculuklarının farklı noktalarında olan bireylerin mevcut ihtiyaçları, karşılaştıkları sorunlar ve çözüm beklentileri ele alınarak, sanayide istihdam edilebilecek işgücüne ilişkin daha kapsayıcı bir yaklaşım sağlanabilir ve işgücünün çalışma deneyimi iyileştirilerek işgücünün orta-uzun vadede daha kalıcı olması sağlanabilir. Bu analiz kapsamında oluşturulmuş dört farklı persona kartı Şekil 9’da gösterilmektedir.